- İçgüdüsel bir tepki sisteminin yanı sıra bir de duygusal tepki sisteminin olmasının güzelliği, sonucun belirsiz olması. "İçgüdü" hayvanlara ya da insanlara, belli koşullar altında belli şekilde davranmalarını söyleyen genetik bir program. Duygularsa, durumun değerlendirilmesi ve seçeneklerin tartılmasıyla birlikte bazı değişikliklere sebep olur. İnsanların ve diğer primatların çok katı içgüdüleri olup olmadığı açık değildir ama duyguları olduğuna hiç şüphe yoktur. Alman uzman Klaus Scherer duyguları şöyle tanımlıyor: "Bir organizma için belli bir zamanda neyin en önemli olduğu temelinde, girdi ve çıktı arasında aracılık eden, zeki bir arabirim." Duyguları akıllı addettiği için bu tanım içgüdü karşıtı görünebilir ama duyguyla biliş arasındaki ayrımın tartışma konusu olduğunu unutmayın. Bu ikisi iç içe geçmiştir. Dahası ikisi arasındaki etkileşim, muhtemelen insanlar ve diğer primatlarda birbirine çok benzer şekildedir. Duyguları düzenlemeye yarayan alın korteksinin, bizim türümüzde fazlasıyla büyük olduğu ileri sürülürdü ama bu görüş eskide kaldı. İnsan beyin korteksi, tıpkı bütün memelilerde olduğu gibi beyindeki nöronların % 19'unu barındırır. Bu yüzden de beynimize "lineer büyümüş primat beyni" denir. Büyük olabilir ama farklı bölümlerinin birbirleriyle ilişkileri istisnai değildir.
- Çoğumuz masada oturmuş şeker yemeMEye çalışan eğlenceli çocuk videoları görmüşüzdür. Bazısı gizlice yalar, küçücük bir ısırık alır ya da baştan çıkmamak için başını başka tarafa çevirir. Güdü denetiminin en açık sınavı budur. Çocuklara o şekeri yemezlerse kendilerine ikinci bir şeker verileceği söylenmiştir. Bu "gecikmeli tatmin" primat akrabalarımızda da sınanmıştır. Mesela şebekler, bir muz dilimini yemezlerse daha büyüğünü alacaklarını biliyorlarsa, o dilimi yemezler. Ya da bir şempanze, içine 30 saniyede bir şeker düşen bir kabı sabırla seyreder. İstediği zaman kabın haznesini söküp içindeki bütün şekerleri yiyebilir ama o zaman başka şeker gelmez. Ne kadar uzun zaman beklerse o kadar çok şeker alacaktır. Maymunlar da bu testte çocuklarla hemen hemen aynı başarıyı gösterir ve tatmini 18 dakika kadar erteleyebilirler. Etrafta kafalarını dağıtacak oyuncaklar varsa daha uzun süre beklerler. Çocuklar gibi baştan çıkmaya direnmek için kafa dağıtacak bir şey ararlar. Kendi arzularının farkında oldukları ve bunları bile isteye kısıtladıkları anlamına mı gelir bu? Eğer öyleyse özgür iradeye yaklaşıyoruz demektir!
- Bir kuralı ihlal ettiğimizde verdiğimiz tepki çok şey anlatır. Yüzümüzü öne eğer, gözlerimizi kaçırırız, omuzlarımızı kamburlaştırır, dizlerimizi büker, küçülmüş gibi görünürüz. Ağzımız sarkar, kaşlarımız yukarı kalkıp tehditkar olmayan bir ifade alır. Utanır, yüzümüzü ellerimizin arkasına saklar, "yerin dibine geçmek" isteriz. Bu görünmezlik arzusu itaat gösterilerini hatırlatır. Şempanzeler liderleri için tozun toprağın içinde sürünür, ona aşağıdan bakmak için vücutlarını eğer ya da tehditkar görünmemek için ona kıçlarını çevirirler. Halbuki baskın erkekler kendilerini daha büyük gösterir ve cenin pozisyonu almış olan astlarının kelimenin tam manasıyla üzerine basıp geçerler. (...) Darwin'in de zamanında dikkat çektiği gibi, sadece insana has yegane ifade yüz kızarmasıdır. Diğer primatlarda böyle ani bir kızarmaya hiç rastlamadım. İnsanların elinden gelen tek şeyin başkalarını sömürmek olduğunu düşünenler için yüz kızarması herhalde çok şaşırdıkları bir evrim muammasıdır. Gerçekten onların düşündükleri gibi olsa, yanaklarımıza ve boynumuza kan hücum etmese, tenimizdeki renk değişikliği deniz feneri gibi göz almasa bizim için daha iyi olmaz mıydı? Anadan doğma bir düzenbazın böyle bir işaret taşıması akla uygun gelmiyor. Yüz kızarmasının benim bildiğim tek faydası, başkalarına hareketlerinizin onları nasıl etkilediğinin farkında olduğunuzu göstermesi. Bu da güven uyandırır. Duygularını yüzlerinden okuduğumuz insanları, en ufak bir utanç ya da suçluluk işareti göstermeyen insanlara tercih ederiz. Kural ihlalleri konusundaki rahatsızlığımızı ileten dürüst bir işaret geliştirmiş olmamız, türümüze dair derin bir bilgi verir bize. Kızarma, bize ahlakı veren evrim paketinin bir parçasıdır.
- Çocuklar ahlak kurallarının evrensel olduğuna inanır. Onlardan herkesin aynı tuvalete gittiği bir kültür hayal etmelerini isterseniz, bunu yapabilirler. Ama laf olsun diye başka birinin canını yakmanın mubah olduğu bir kültür hayal etmelerini isterseniz yapamazlar. Filozof Jesse Prinz'in de açıkladığı gibi: "Ahlak kuralları doğrudan doğruya duygulardan kaynaklanır. Birine vurmayı düşündüğümüzde kendimizi kötü hissederiz ve bu duyguyu kolay kolay bastıramayız. " Ahlaki kavrayış, şaşırtıcı ölçüde küçük yaşlarda ortaya çıkar. Bir yaşın altındaki çocuklar kukla gösterisindeki iyi adamı beğenmeye başlamıştır bile. Bir başka kuklayla sakin sakin top oynayan bir karakter, topu kapıp kaçan bir karaktere tercih edilir. (...) Bilim bize ahlakın nasıl açıklanabileceğini söyleyemez, buyurmuşlardır. Halbuki bilim, neden bazı sonuçların diğerlerine tercih edildiğini, dolayısıyla ahlakın neden böyle tecelli ettiğini açıklamaya yardımcı olabilir. Zira uyulması imkansız ahlak kuralları koymak manasız olurdu, tıpkı arabaların yavaş giden arabalar üzerinden atlamasını emretmek gibi, bir arabanın uyması imkansız olan trafik kuralları koymanın işe yaramayacağı gibi. Filozoflar arasında bu, "yapmalıdır yapabiliri gerektirir" argümanı diye bilinir.
- Bu şempanze sütü yetmediği için çok bebek kaybetmişti ve evlat edinmeye hevesliydi. Önceki kayıpları onda derin depresyonlara yol açmıştı. İnzivaya çekilir, durduk yerde çığlık atardı. O küçük şempanzeyi büyütmenin yanı sıra, kazandığı beceri sayesinde ileriki yıllarda doğurduğu kendi bebeklerini de yaşatmayı başardı. Alet kullanan bir hayvan için biberon kullanmak hiç de zor değil. Bu dişi, yaşadığı müddetçe ne zaman beni görse (yani iki-üç senede bir), uzun zamandır görmediği bir aile üyesini görmüş gibi heyecana kapılırdı. Bu davranışının, aile kurmasına yardım etmemle bir ilgisi var gibiydi.
- Kongo Demokratik Cumhuriyeti (KDC) Batı Avrupa'yla aynı yüzölçümüne sahip büyük bir ülke ve bonoboların doğal habitatı bu ülkenin sınırları içinde yer alıyor. 5000 ile 50.000 arası bir nüfusa sahip olduğu tahmin edilen bonoboların nesli tükeniyor. Bu rakamlardan daha büyük olanı bile bir stadyumun koltuk sayısından daha az. Ne yazık ki bonobolar yemek için avlanıyor, kurbanların yanında bulunan bebekler de karaborsada binlerce dolar getirdiği için canlı alıkoyuluyor. (...) Bakımevinde büyüyen bonobolar şişelere çok düşkün ve empatilerini göstermek için şişeleri kullanıyor. Yetişkin bir dişi boş bir plastik şişeyi alıyor, nehrin çamurlu suyuyla dolduruyor ve birisi kendi yavrusu olan iki yavrunun karşısına oturuyor. Sonra şişeyi usulca yavrulardan birinin ağzına götürüp hafifçe kaldırıyor; yavrunun uzattığı dudakları arasından geçip alt dudağını dolduruyor su. Yavrunun ağzı dolduktan sonra dişi, şişenin arka kısmını hafifçe indirip yutmasını bekliyor. Sonra ona biraz daha su veriyor. Öteki yavruya döner dönmez, yavru sıranın kendisine geldiğini anlayarak dudaklarını uzatıyor. Dişi, şişeyi onun da ağzına yaklaştırarak aynı işlemi tekrarlıyor. Bir başkasının yutkunma becerisine böylesine hassas bir ilgi içeren bu davranışı başka hiçbir maymunda görmedim. Muhtemelen dişi, Maman (insan bakıcı) rolünü oynuyor, yavrular da ona ayak uyduruyor. Koca nehir yanlarında akıp durduğuna göre sadece susamakla ilgili bir şey olamaz.
- Bir biliminsanı, büyük plastik bir kutunun deliklerine bir çubuğu sokuyordu ve sonunda kutudan şekerler boşalıyordu. Aslında deliklerden sadece birine dokununca şeker çıkıyordu, diğerlerine değil. Kutu siyah plastikten yapılsa bazı deliklerin sadece göstermelik olduğu anlaşılmazdı. Halbuki kutu şeffaf olduğundan şekerin nereden geldiği belliydi. Eline çubuk verilen yavru şempanzeler, kutu şeffaf olduğunda sadece gerekli hamleleri yapmış, boş delikleri es geçmişti. Olaya dikkatlerini daha fazla vermişlerdi. Öte yandan çocuklar, bir maksadı olmayan hamleler de dahil biliminsanının onlara gösterdiği her şeyi taklit etmişlerdi. Şeffaf kutuda da aynı şeyi yapmışlar, olayı maymunlar gibi hedef odaklı bir işlem olarak görmek yerine, sihirli bir ritüel gibi yaklaşmışlardı. (...) Türümüz inanılmaz batıl inançlara sahiptir; akıllı bir hayvana yakışmayacak türlü türlü alışkanlıkları vardır. Şeytanın kulağına gitmesin diye tahtaya vururuz, takımımızın maçını seyrederken şans getirsin diye eski bir tişört giyeriz, kimi futbolcular iç çamaşırlarını ters giymeden sahaya adımını atmaz, beyzbol oyuncuları da ellerine sopayı almak için bile bir sürü ritüelden geçer. (...) Batıl inançlar gerçeklikle hayal gücü arasındaki sınırı bulandırır, tıpkı din ve Tanrı inancı gibi. Tanrı'nın varlığı bir seviyede çoğu insan için mutlak bir kesinlik taşır ama başka bir seviyede daima eleştiriye açıktır. Dine, "inanç" denmesinin sebebi tam da görülmeyen şeylere güvenmesidir. Yukarıda, kutularla yapılan taklit deneyinde de görüldüğü gibi, biz insanların buna eğilimi vardır. Maymunlar kendilerine verilen görevi, temel gereklilikleri üzerinden, gereksiz hamlelerden kaçınarak yerine getirmiştir, halbuki çocuklar deneyi yapan kişiye güvenmiş ve onun her hareketini taklit etmişlerdir. İşleme gizemli bir anlam yüklemişlerdir.
- Hayal gücünün ve -miş gibi yapmanın primat akrabalarımız için söz konusu olmadığı anlamına gelmez bu. İnsanların yetiştirdiği maymunlardan Washoe'nun oyuncak bebeğini dikkatle yıkadığı, Viki'ninse hayali bir iple arkasından çeker gibi yaptığı hayali oyuncak bir yere "takıldığında" kurtardığı anlatılmıştır. Hiç gerekmediği halde, belki de kendini Maman gibi hayal ederek, yavruları şişeden besleyen bonobo dişisini daha önce anlatmıştım. Yabani şempanzelerde de, hayali yavrulara bakım yapıldığı gözlenmiştir. Richard Wrangham, altı yaşındaki genç Kakama'nın, küçük bir odun parçasını yanında taşıdığına ve yeni doğmuş bir bebek gibi kucakladığına şahit olmuştur. Kakama bu oyunu saatlerce oynayabiliyordu, hatta bir keresinde ağaçta bir yuva yapmış ve odunu içine yerleştirmişti. Saha araştırmacısı gördüklerinden bir sonuç çıkarmaya pek yanaşmamıştı ama bunun oyuncak bebekle oynayan genç bir erkek olduğunu kabul etmekten de kendini alamamıştı. Kakama belki de kardeş bekliyordu çünkü annesi o sırada hamileydi. Ben de aynı şekilde davranan, bir bez parçası ya da süpürgeyi şefkatle kucaklayan genç şempanzeler gördüm.
- Neo-ateistlerin yaptığı gibi tek önemli şeyin ampirik gerçeklik olduğunda, olguların inançlardan üstün olduğunda ısrar etmek, insanlığı umut ve hayallerinden de mahrum bırakmak anlamına gelir. Hayal gücümüzü çevremizdeki her şeye yansıtırız. Sinema, tiyatro, opera, edebiyat, sanal gerçeklik ve evet din alanında yaparız bunu. Neo-ateistler, sinemanın kapısında durup Leonardo Di Caprio'nun Titanic'le birlikte batmadığını söyleyen insanlara benzer. (...) Din bu kadar yaygın olduğuna göre neden geliştiğini sormak gerekir. Biyologlar daima "hayatta kalma değeri" üzerine kafa yorar. Din insanlara nasıl bir üstünlük sağlamış olabilir? (...) Asıl mesele, ister Tanrı adına olsun, ister onun varlığını reddetmek adına olsun, insanların inanılmaz zalimliğe muktedir olmalarıdır. (...) Bir dini paylaşmak emniyet duygusunu büyük ölçüde artırır. Birlikte dua etmek, aynı törenlere katılmak gibi eş güdümlü ibadetlerin insanları birbirine bağladığını biliyoruz. Primatlarda, birlikte hareket etmenin ilişkiyi iyileştirmesi ilkesiyle bağlantılı bir durum bu; onları taklit eden insanları tercih eden maymunlardan, takım halinde idman yapınca fiziksel direnç (mesela daha düşük bir acı eşiği) geliştiren kürekçilere kadar sayısız örnekler var. Birlikte bir eylemde bulunmak endorfın salgılanmasını tetikleyebilir, tıpkı birlikte gülmek benzeri bağ kurma mekanizmalarının yaptığı gibi. Eşzamanlılığın bu olumlu etkileri, dinlerin bağlayıcı etkisini ve sosyal istikrarı güçlendirmesini açıklamaya yardımcı olabilir. Durkheim, kendini bir dine ait hissetmenin getirdiği yararlara "seküler fayda" adını vermiştir. Din kadar yaygın ve yerleşik bir şeyin mutlaka bir amaca hizmet etmesi gerektiğine inanır; yüce bir amaca değil, toplumsal bir amaca.
- Freud dini, insan icadı ve sadece bir "yanılsama" gibi güçlü terimlerle saf dışı bıraksa da, tümüyle terk edilmesini tavsiye etmek istememişti. Kaygılarını dile getirmek için 'Bir Yanılsamanın Geleceği'nin sonlarına kadar beklemişti: "Dini, Avrupa medeniyetinden çıkarmak isterseniz, bunu ancak yerine başka bir doktrinler sistemi koyarak yapabilirsiniz ve bu sistem, başlangıçtan itibaren dinin bütün psikolojik özelliklerini EDİNECEKTİR: Aynı kutsallığı, katılığı, hoşgörüsüzlüğü, kendini savunmak için düşünceyi yasaklamayı." Komünizm deneyi bütünüyle tanrısız bir toplum kurma teşebbüsü değil miydi ve Freud'un kehanetlerini harfiyen yerine getirmemiş miydi? Marşları, uygun adım yürüyüşleri, ant içmeleri, Küçük Kızıl Kitapları havada sallamalarıyla bu hareket basbayağı dini taklit ediyordu. Dogmatizm, katılık ve militan dinsizlik almış yürümüştü, yıllar geçtikçe iyice arttı. (...) Freud, Batı düşüncesindeki sonsuz bir sarkaç hareketine işaret etmişti; Karl Marx'ın deyimiyle "halkın afyonu" ve akıldışı ilan edilen dinle dalga geçmekle, onu hayatımızdan çıkardığımızda olacaklardan duyulan kaygı arasında gider gelir bu sarkaç. (...) Ancak şu anda kaçınılmaz olarak döngünün tırsma safhasına giriyoruz. Ateistlerin çağrısına uyup bu önemli parçamızı kesip atmayı başarsak bile, geri kalan Tanrı-büyüklüğünde boşluğu nasıl dolduracağız?