- Kalbinden rahatsız olan Kidogo var mesela. Normal bir yetişkin erkek bonobo kadar sağlıklı ve kendine güvenli değildi, cılızdı. Milwaukee County Hayvanat Bahçesi'ndeki koloniyle ilk tanıştırıldığında, aşina olmadığı binanın içinde, bakıcıların verdiği komutlar onu serseme çevirmişti. İnsanlar onu tünel sisteminin bir yerinden bir başka yerine geçmeye zorladığında nereye gitmesi gerektiğini anlamıyordu. Bir süre sonra diğer bonobolar devreye girdi. Kidogo'nun yanına gittiler, onu elinden tutup bakıcıların gitmesini istediği yere götürdüler ve böylece hem bakıcıların amacını, hem Kidogo'nun sorununu anladıklarını göstermiş oldular. (...) Hayvanların birbirlerine yardım etmeleri hiç de yeni bir gözlem değil ama yine de insanı şaşırtıyor. En iyi uyum sağlayanın hayatta kalmasından daha önemli bir şey olmasa hayvanlar kendi çıkarlarına olmayan her şeyden uzak durmazlar mıydı? Başkasına yardım etmek neden? (...) Kidogo'ya yardım eden hayvanat bahçesi bonobolarını düşünün. Hiçbirinin onunla akrabalığı yoktu, düşkün bir bireye ettikleri yardımdan fazla bir karşılık bekliyor da olamazlardı. Muhtemelen sadece Kidogo'dan hoşlanmışlar ya da onun ne hissettiğini anlamışlardı. Aynı şekilde Kuni de, bonobolarda yardım davranışı "bonobo olmayanları" kapsayacak şekilde evrimleşmediği halde bir kuşla ilgilenmişti. Bir eğilim varsa kökeninden uzaklaşmasına da izin vardır.
- Bir noktada başkalarına duyulan sempati başlı başına bir hedefe dönüşmüştür: insan ahlakının temel direği ve dinin çok temel bir bileşeni. Bu yüzden Hıristiyanlık bize, komşumuzu kendimiz gibi sevmeyi, çıplakları giydirmeyi, fakirleri doyurmayı, hastalara bakmayı öğütler. Yine de iyiliği vurgulayan dinlerin, sadece insanlığımızın bir parçası olan bir şeyi öne çıkardığının farkında olmak önemlidir. İnsan davranışını tümüyle farklı bir doğrultuya çevirmeye çalışmazlar, sadece mevcut kapasitesinin altını çizerler. Aksi mümkün olabilir miydi? Nasıl kediye gazete getirmeyi öğretemezseniz, gönülsüz toprağa da ahlak tohumları ekemezsiniz. (...) Empati ve ortaklık duygusu mizacımızın öyle önemli bir parçası ki, bundan yoksun olanlara akıl hastası ya da tehlikeli kişi gözüyle bakıyoruz. Sinema seyrederken kendimizi perdedeki karakterlerin yerine koymadan edemeyiz. Devasa gemileri batarken boğulduklarını görmek bizi kahreder; uzun zamandır uzak kaldıkları sevgililerinin gözlerine baktıklarında içimiz kıpır kıpır olur. Tek yaptığımız oturup bir perdeye bakmak olsa da, salonda gözü kuru tek bir insan kalmaz. Hepimiz empatiyi bilsek de, bir araştırma konusu olarak ciddiye alınması epey uzun sürdü.
- Carolyn'le Yerkes kolonisini görmeye gitmiştik. Maymunlar arasında, insanları çok seven Thai adında bir dişi vardı. Aslında kendi türünden şempanzelerden ziyade bizimle ilgilidir. Ne zaman alana bakan kulede belirsem, yüksek sesle selamlayarak yanıma koşar. Ben de daima onu selamlar ve onunla konuşurum, sonra da oturup ben gidene kadar beni seyreder. Bu sefer Carolyn'le konuşmaya öyle dalmışım ki başımı kaldırıp bakmadım bile. Thai'yi görmezden geldiğim için konuşmamız, dikkat çekici, yüksek, tiz çığlıklarla bölündü. Thai, şempanzelerin sinir krizi geçirdiklerinde yaptığı gibi kendi kendine vuruyordu; çok geçmeden etrafını başkaları sardı, ona sarılıyor, öpüyor, teskin etmek için tutuyorlardı. Neden bu kadar tantana yaptığını hemen anladım ve uzaktan elimi uzatarak onu abartılı bir biçimde selamladım. Carolyn'e bu şempanzenin, onu selamlamadığım için kendini ihmal edilmiş hissettiğini açıkladım. Carolyn bu şablonu tanımakta hiç zorlanmadı. Thai, yüzünde kocaman, sinirli bir sırıtışla bana bakıp duruyordu, bir süre sonra nihayet sakinleşti. Bu olayın ilginç tarafı, Thai'nin benim kabalığıma bozulması değil grubun buna verdiği tepkiydi. Tam da Carolyn'in çocuklar üzerinde araştırdığı davranıştı bu. Diğerleri Thai'nin sıkıntısını hafıfletmeye çalışmışlardı. Böylece hayvanlar üzerine odaktanmadığı halde, onlardaki bu yeteneği görmüş oldu Carolyn. Çocukların tepkilerini ölçmek için ekibiyle birlikte evlere gittiklerinde, aile üyeleri üzüntü (ağlama), acı ("ah" diye bağırma) ya da zorluk (boğulacak gibi öksürme) taklidi yaptığında, bir yaşın az üzerindeki çocukların onları rahatlatmaya çalıştığını görmüşler. Gelişimlerinde bir dönüm noktası bu: Tanıdıkları birinin yaşadığı kötü bir deneyim, onların bir ihtimam tepkisi vermesini sağlıyor, kurbanın yarasını okşamak ya da ovalamak gibi. Duygudaşlık ifadeleri, türümüzün bütün üyelerinde görüldüğü için ilk adımı atmak gibi doğal bir ilerleme olarak kabul ediliyorlar. (...) Carolyn'in araştırma ekibi, kedi ve köpek gibi ev hayvanlarının da çocuklar gibi, üzüntü taklidi yapan aile üyeleriyle birlikte üzüldüğünü ortaya çıkardı. Hayvanlar bu kişilerin yakınlarında dolaşıyor, ilgilendiklerini gösteren bir hareketle başlarını, kucaklarına koyuyordu. Çocuklara uyguladığımız kıstasla değerlendirilirse hayvanlar da empati göstermişlerdi. Bu davranış maymunlarda çok daha dikkat çekicidir ve "teselli" olarak adlandırılmıştır. Teselliyi ölçme yöntemi basittir: Şempanzelerimiz arasında ani bir kavganın çıkmasını bekleriz sonra da etrafta duranlar kurbana yaklaşırsa not ederiz. Etraftakiler genellikle kötü durumdakilere sarılır ve onları tımar eder. Ağaca tırmanan bir yavrunun düşüp çığlığı basması görülmedik şey değildir. Hemen etrafını birileri sarar, onu kucaklarına alıp sallarlar. (...) Empati tepkisi en güçlülerden biridir, hatta maymunun meşhur muz tutkusundan bile daha güçlüdür. Bunu ilk tespit eden, 20.yüzyıl başlarında, Yoni adında genç bir şempanzeye bakmış Rus psikoloğu Nadie Ladygina-Kohts'tur. Kohts her gün Yani'nin yaramazlıklarıyla uğraşmak durumunda kalıyormuş. Yani'yi evin çatısından indirmenin tek yolunun, kendisi için endişe etmesini sağlamak olduğunu anlamış: "Gözlerimi kapatıp ağlıyor gibi yaptığımda Yoni hemen oyununu ya da diğer faaliyetlerini bırakıp yanıma koşar, evin çatısı ya da kafesinin tavanı gibi en ücra köşelerden bile büyük bir heyecan ve üzüntüyle kalkar gelir, halbuki başka türlü ne kadar çağırsam, hatta yalvarsam da oradan indiremem onu. Beni kimin bu hale getirdiğini anlamak ister gibi aceleyle etrafımda dolanır; yüzüme bakar, şefkatle çenemi avucuna alır, neler olduğunu anlamaya çalışıyormuş gibi parmağıyla usulca yüzüme dokunur." (...) İtalya, Parma Üniversitesi'ndeki bir araştırma ekibi, maymunlarda bazı özel beyin hücrelerinin, sadece kendi elleriyle bir nesneyi tuttuklarında değil bir başkasını tutarken seyrettiklerinde de harekete geçtiğini tespit etti. Başkasının bir şey yaptığını görünce o şeyi yapıyormuş gibi harekete geçen bu hücrelere "ayna nöronları" ya da "maymunluk" nöronları adı verilmiş. Sosyal hayvanlar, bilimcilerin daha önceleri zannettiklerinden çok daha temel bir seviyede ilişki kuruyorlar birbirleriyle. Etrafımızdakilerle bağ kurmak ve onları duygusal olarak yankılamak içimizde var. Tümüyle otomatik bir işlem.
- Daha 1959'da "Farelerin Başkalarının Acısına Gösterdiği Duygusal Tepkiler" diye kışkırtıcı bir başlık taşıyan bir makale yayımlandı: Bir kola bastırdıklarında yiyecek alan fareler, bu işlem yanlarındaki fareye elektrik şoku verdiğinde kola basmayı bırakıyorlardı. Neden fareler yiyecek almaya devam etmiyor ve yanlarındaki elektrikli ızgara üzerinde acıyla dans eden fareyi görmezden gelmiyorlardı? Klasik deneylerde (ahlaki sebeplerle bu deneyleri yinelemedim), maymunlar çok daha güçlü bir ketleme davranışı sergilemişler. Ne zaman yiyecek almak için bir kolu çekseler, arkadaşlarını elektrik çarptığını gören maymunlardan biri 5 gün, diğeriyse 12 gün boyunca bu hareketi tekrarlamamış. Maymunlar başkalarına acı vermemek için kendileri açlıktan ölecekmiş.
- Sarah adında bir şempanze, kilitli kapıyla mücadele eden bir insan gördüğünde, kendisine gösterilen fotoğraflar arasından anahtar resmini; muza ulaşmak için zıplayan bir adam gördüğünde, sandalyeye tırmanan birinin resmini seçiyordu. Sarah'nın, başkalarının niyetlerini anladığı sonucuna varılmıştı. (...) Maymunlarla çocukları kıyasladığımızda, sorunlardan biri deneyi yapanın daima insan olmasıdır, yani sadece maymunlar tür engeliyle karşı karşıyadır. Maymunların, insanların onlarla aynı kanunlara tabi olduğuna inandığı ne malum? Onlara bambaşka bir gezegenden gelmiş gibi görünüyor olmalıyız. Mesela geçenlerde, asistanım beni bir kavga yüzünden aradı. Socko yaralanmıştı. Ertesi gün yanına gidip arkasını dönmesini rica ettim. Beni küçüklüğünden beri tanıdığı için uysalca arkasını döndü ve kıçındaki yarayı gösterdi. Bunu bir de maymunun bakış açısından görmeye çalışın. Sürekli ne olup bittiğini anlamaya çalışan zeki hayvanlar bunlar. Socko, yaralandığını nereden öğrendiğimi merak etmiş olmalı. Her şeyi bilen tanrılarla karşılaşsaydık, zihin teorisinin temelini oluşturan, görme-bilme bağlantısı üzerine yapılan deneyler için uygunsuz olmaz mıydık? Bu deneylerin çoğunun tek yaptığı, maymunun, insan zihnine dair teorisini sınamak.
- Taktiklerden biri, hayvanlar vücut ağırlıklarının %80'ine düşene kadar onları gıdasız bırakmaktı. Bu teknik, fareler ve güvercinlerde yiyeceğe yönelik deneylerdeki motivasyonu artırır. Ancak maymunlarda pek netice vermemişti. Hatta maymunlar öyle aksi ve yiyecek saplantılı bir hal almışlardı ki, önlerindeki işe hiç mi hiç dikkatlerini vermemişlerdi. Primatların bir şeyi iyi yapabilmeleri için ondan zevk almaları gerekir. Fare psikologlarının hoyrat işlemleri merkezde gerilim yaratmış, hatta endişelenen personel hayvanları gizliden gizliye beslemişti. Araştırmacılar, müdüre, bu şempanzelerin hiç de abartıldıkları kadar zeki olmadığından yakındığında, müdürün tepesi atmış ve onlara "aptal hayvan olmadığını, kifayetsiz deney erbabı" olduğunu hatırlatmıştı. Cidden öyledir. Maymun zekasını kavrayabilmenin yegane yolu, zihinsel ve duygusal olarak ilgilerini çekecek deneyler tasarlamaktır. İçinde yiyecek gizlenmiş üç-beş fincan hiç mi hiç ilgilerini çekmez. Onlar için önemli olan yakın oldukları bireylerin de içinde yer aldığı sosyal durumlardır. Bir yavruyu saldırıdan kurtarmak, bir rakibi mat etmek, patronla çatışmadan kaçınmak, karşı cinsten biriyle sıvışmak, maymunların çözmeyi sevdiği türden sorunlardır. (...) San Diego Hayvanat Bahçesi'nin eski bonobo alanının önündeki iki metrelik hendeğin suyu, temizlenmek için boşaltılmıştı. Hendeği temizleyip maymunları bıraktıktan sonra bakıcılar suyu açmaya gitmişlerdi. Tam o sırada yaşlı bir erkek olan Kakowet, bağırıp kollarını heyecanla sallayarak pencerelerinin önüne geldi. Yıllardır orada olduğu için temizlik rutinini biliyordu. Meğer bir sürü genç bonobo kuru hendeğe girmiş ve çıkamıyorlarmış. Bakıcılar onlara merdiven uzattı. En küçüğü dışında hepsi dışarı çıktılar. Onu da Kakowet bizzat çıkardı. (...) Arnhem Hayvanat Bahçesi'nde bir kış, salonu temizledikten sonra, daha maymunları içeri bırakmadan, bakıcılar alandaki bütün lastikleri yıkamış ve tırmanma iskelesinden uzanan yatay bir direğe dizmişlerdi. Krom, içinde hala su olan bir lastikle ilgileniyordu. Maalesef bu lastik sıranın sonundaydı ve önünde altı-yedi tane ağır lastik diziliydi. Krom kendi istediğini epey bir çekiştirse de direğin üzerinden alamadı. Lastiği geriye doğru itti ama orada da iskeleye dayandığı için o taraftan da çıkaramadı. On dakikadan daha uzun bir süre bu sorunla uğraştı. Bu gayretini sadece, küçüklükten beri baktığı yedi yaşındaki Jackie fark etmişti. Krom pes edip uzaklaştıktan hemen sonra Jackie olay yerine geldi. Hiç tereddüt etmeden lastikleri tek tek direkten çıkardı, aklı başında her şempanzenin yapacağı gibi en baştakinden başlayıp sırayla giderek. Son lastiğe geldiğinde, içindeki su dökülmesin diye dikkatle çıkardı ve dosdoğru teyzesine götürüp önüne bıraktı. Krom bu hediyeyi tezahüratta bulunmadan kabul etti. Jackie yanından uzaklaşırken suyu avuçlamaya başlamıştı bile.
- Maymunlar, bizim dışımızda kendi yansımasını tanıyan yegane primat. Kendini tanımayı sınamanın yolu, bir bireyin, farkında olmadan, göremeyeceği bir yerini, mesela kaşının üzerini boyamak. Ondan sonra bireye bir ayna veriliyor. Kendi yansımalarına bakan maymunlar, elleriyle boyayı siliyor, sonra da parmaklarını inceliyorlar, böylece aynadaki boyanın kendi üzerlerinde olduğunu fark ettiklerini gösteriyorlar (...) Yazları çoğunlukla yaptığım gibi gözümde güneş gözlüğüyle maymunlarımın yanına gidecek olsam, gözlüğüme bakarak yüzlerini şekilden şekle sokarlar. Kafalarını sallayıp dururlar. En nihayet gözlüğü çıkarıp ayna niyetine onlara doğru uzatırım. Dişiler geri taraflarına bakmak için arkalarını dönerler -bu vücut bölgesinin cazibesi düşünüldüğünde çok mantıklı bir saplantı- ve maymunların çoğu ağızlarını açıp içini inceler, dilleriyle dişlerine dokunurlar ya da aynaya bakarak parmaklarıyla dişlerini karıştırırlar. Bazen "süslenecek" kadar ileri giderler. Almanya'daki bir hayvanat bahçesinde, karşısına ayna konan orangutan Suma, kafesinden marul ve lahana yapraklarını toplamış, hepsini üst üste koyup kafasına yerleştirmiş. Sonra da aynaya bakarak sebze şapkasına gönlünce bir şekil vermiş. Nikaha gidecek sanırsınız! (...) Kendini tanıma ve yüksek seviyede empati, insanlarla maymunlara çatallanan dalda ortaya çıkmıştır. Bu beceriler arasında bir bağlantı olabileceği onlarca yıl önce, primatları sınamak için aynaları ilk kullanan Amerikalı psikolog Gordon Gallup tarafından tahmin edilmişti. Gallup empati için, özfarkındalık gerektiğini öne sürmüştü.
- Maymunlar, bizim dışımızda kendi yansımasını tanıyan yegane primat. Kendini tanımayı sınamanın yolu, bir bireyin, farkında olmadan, göremeyeceği bir yerini, mesela kaşının üzerini boyamak. Ondan sonra bireye bir ayna veriliyor. Kendi yansımalarına bakan maymunlar, elleriyle boyayı siliyor, sonra da parmaklarını inceliyorlar, böylece aynadaki boyanın kendi üzerlerinde olduğunu fark ettiklerini gösteriyorlar (...) Yazları çoğunlukla yaptığım gibi gözümde güneş gözlüğüyle maymunlarımın yanına gidecek olsam, gözlüğüme bakarak yüzlerini şekilden şekle sokarlar. Kafalarını sallayıp dururlar. En nihayet gözlüğü çıkarıp ayna niyetine onlara doğru uzatırım. Dişiler geri taraflarına bakmak için arkalarını dönerler -bu vücut bölgesinin cazibesi düşünüldüğünde çok mantıklı bir saplantı- ve maymunların çoğu ağızlarını açıp içini inceler, dilleriyle dişlerine dokunurlar ya da aynaya bakarak parmaklarıyla dişlerini karıştırırlar. Bazen "süslenecek" kadar ileri giderler. Almanya'daki bir hayvanat bahçesinde, karşısına ayna konan orangutan Suma, kafesinden marul ve lahana yapraklarını toplamış, hepsini üst üste koyup kafasına yerleştirmiş. Sonra da aynaya bakarak sebze şapkasına gönlünce bir şekil vermiş. Nikaha gidecek sanırsınız!
- Benim için ahlak bir Yardım Etme ya da Zarar Verme(me) meselesidir. Bu ikisi birbiriyle bağlantılıdır. Eğer boğuluyorsanız ve ben size bilerek yardım etmiyorsam, size zarar veriyorum demektir. Yardım etme ya da etmeme kararım kesinlikle ahlaki bir karardır. Yardım etme ya da zarar vermeyle alakası olmayan şeyler, ahlaki bir mesele olarak sunulsalar bile ahlak alanı dışındadır. Muhtemelen sadece bir teamüldürler. Mesela ABD'ye taşındığımda yaşadığım ilk kültür şoklarından biri, bir kadının alışveriş merkezinde bebeğini emzirdiği için tutuklanması olmuştu. Bunun rahatsız edici bir davranış olarak algılanması beni şaşırtmıştı. Yerel gazetem, kadının tutuklanmasını toplum kurallarıyla ilgili, ahlaki bir mesele olarak sunuyordu. Ama doğal annelik davranışı kimseye zarar veremeyeceğinden, aslında bir norm ihlalinden başka bir şey değildi. İki yaşından itibaren çocuklar ahlaki ilkelerle ("çalma") kültürel normları ("okulda pijama giyilmez") birbirinden ayırabilirler. Bazı kurallara karşı gelmenin birilerine zarar verdiğini, bazı kurallara karşı gelmeninse sadece beklentilere aykırı olduğunu bilirler. İkinci türden kurallar kültürden kültüre değişir. Avrupa'da her kumsalda görülen çıplak memelere kimse dönüp bakmaz bile, ama evimde bir silah bulunduğunu söylesem herkes acayip rahatsız olur ve bana ne haller olduğunu merak eder.
- Sarah Brosnan'Ia birlikte, hakkaniyeti basit bir oyunla sınadık. Kapuçine küçük bir çakıl taşı verildiğinde, sonra bir dilim salatalık gibi daha cazip bir şey gösterildiğinde, yiyeceği almak için taşı geri vermesi gerektiğini hemen anlar. Kapuçinler doğal olarak verip aldıkları için bu oyunu öğrenmekte hiç zorluk yaşamazlar. Çakıl taşıyla yiyeceği değiştokuş etmeyi öğrendiklerinde, Sarah'yla birlikte bir eşitsizlik yarattık. İki şebeği yan yana koyduk ve yirmi beş kere arka arkaya, önce biriyle sonra diğeriyle değiştokuş yaptık. İkisi de salatalık aldığında eşitlik oluyordu. Bu durumda şebekler sürekli değiştokuş yapıyor ve mutlu mutlu yiyeceği yiyorlardı. Ama birine üzüm verip diğerine salatalık vermeye devam ettiğimizde olay beklenmedik bir biçimde değişti. Bu eşitsizlikti. Bizim şebeklerin yiyecek tercihleri de pazardaki fiyatlara mükemmelen uyduğundan, üzüm en büyük ödüller arasında. Ortaklarının maaşındaki artışı fark eden şebekler, o zamana kadar salatalık için seve seve çalıştıkları halde aniden greve gittiler. Sadece isteksiz davranmakla kalmayıp sinirlendiler ve taşları, hatta bazen salatalık dilimlerini deney odasından dışarı attılar. Normalde asla reddetmedikleri bir yiyecek, hiç istenmeyen bir şey, hatta iğrenç bir şey halini almıştı! İnsanlarda, biraz da gösterişli bir isimle "eşitsizlik tiksintisi" denen şeye eş, güçlü bir tepkiydi bu. Elbette bizim şebekler bunun benmerkezci bir türünü sergilemişti. Herkes için hakkaniyet gibi asil bir ilkeyi desteklemek yerine, kendileri ayazda kaldığı için öfkelenmişlerdi. Genel hakkaniyet gibi bir dertleri olsaydı, üstün durumdaki şebekler arada bir üzümü ötekiyle paylaşır ya da tümüyle reddederdi ki hiç böyle bir şey yapmadılar. Şanslı üzümcüler, bazen komşularının bıraktığı salatalık dilimlerini bile öğünlerine kattılar. Deneyin sonunda somurtup bir köşeye çekilen zavallı ortaklarının aksine çok neşeli bir ruh hali içindeydiler. Sarah'yla birlikte bu çalışmayı "Şebekler Eşitsiz Ücretlere Karşı" başlığıyla yayımladığımızda büyük yankı buldu; belki de pek çok kişi, dünya üzümle dolu olduğu halde hep salatalığa talim ettiğini düşündüğü için. Hepimiz kısa çöpü çekmenin ne demek olduğunu biliriz. Anne babaların eve gelirken sadece tek bir çocuğa hediye getirmeye cesaret edememesinin sebebi budur. Koca bir iktisat ekolü, duyguların -iktisatçılar buna ilginç bir biçimde "tutkular" der- insanların karar almasında önemli bir rol oynadığına kanidir. En güçlüleri kaynak bölüşümüyle ilintili olanlardır. Bu duygular bizi ilk başta mantıksız görünen hareketlere iter -diğerlerinden daha az maaş aldığımız için bir işten istifa etmek gibi- ama uzun vadede, dengeli bir oyun alanı ve işbirliğine dayalı ilişkilerin gelişmesine yardımcı olur. (...) Benmerkezci bir hakkaniyet hissi, kıskançlığın şık bir tarifidir. Bizden daha iyi durumdakileri gördüğümüzde hissettiğimiz acıdır. Daha geniş anlamdaki hakkaniyetten, bizden daha kötü durumdakiler için endişelenmekten, çok uzaktır. Şebeklerde bu ikinci duygu yok, ya maymunlarda? Bonobolar üzerinde dil çalışmaları yapan, primatolog meslektaşım Sue Savage-Rumbaugh'ya, empati tezahürlerini sorduğumda, bana bu geniş anlamdaki hakkaniyeti tarif etti. Kendisi Panbanisha adında bir dişiyle ilgileniyormuş; bonobo kolonisinin geri kalanıyla personelden başka kimseler ilgileniyormuş. Panbanisha, üzüm ve fazladan süt gibi değişik yiyecekler alıyormuş. Ona bu yiyecekleri Sue getirdiğinden diğer bonobolar ne olduğunu anlayıp homurdanmaya başlamışlar. Aynı şeyleri onların da istediği belliymiş. Bunu fark eden Panbanisha, durum kendi yararına olduğu halde rahatsız olmuş. Meyve suyu istemiş ama geldiğinde kendine almak yerine diğerlerine haber vermiş, arkadaşlarına doğru kolunu sallayarak seslenmiş. Onlar da seslenerek cevap vermişler, sonra Panbanisha'nın kafesinin yanına oturmuşlar ve meyve suyu almak için beklemeye başlamışlar. Sue, Panbanisha'nın kendi aldığı yiyecekleri ötekilere de getirmesini istediği gibi net bir izlenime kapıldığını söylemişti.