- İnanç, belli insanlara, hikayelere, ritüellere ve değerlere duyulan bağlılıktan çıkar. Emniyet, otorite ve ait olma arzusu gibi duygusal ihtiyaçları karşılar. İlahiyat ikinci, kanıtsa üçüncü sırada gelir. Müminlerin inanması beklenen şeylerin biraz akıl almaz olabildiğine katılıyorum ama ateistler, kutsal kitaplarının gerçekliğiyle dalga geçerek ya da onların Tanrılarını, Uçan Spagetti Canavarı'yla kıyaslayarak insanları inançlarından vazgeçmeye ikna edemezler. Asıl büyük hedef toplumsal ve ahlaki ortaklık hissi olduğunda inancın içeriği pek bir anlam ifade etmez. Romancı Amy Tan'in bir başlığından alıntı yaparsam, inancı eleştirmek balığı boğulmaktan kurtarmaya çalışmak gibidir. İnananları gölden çıkarıp karaya koyarak onlar için neyin en iyi olduğunu anlatmanın, bir taraftan da çırpınarak ölmelerini seyretmenin manası yoktur. (...) Biyolog Jerry Coyne, inanç ve bilimin kesinlikle uzlaşmaz olduğunu yazmış, "irrasyonellikle rasyonellik neden uzlaşmazsa o yüzden". Sonra da bilim insanlarının başları üzerine birer hale oturtmuş: "Bilim verileri ve aklı kullanır. Şüpheye kıymet verir, otoriteyi reddeder. Başkaları tarafından sınanmadan ve doğrulanmadan hiçbir bulgu "doğru" kabul edilmez -doğru kavramı daima geçicidir. Biz bilim insanları daima kendimize "Yanılıp yanılmadığımı nasıl anlayabilirim?" diye sorarız. " Coyne gibi meslektaşlarım olmasını nasıl da isterdim! Bütün hayatını akademisyenler arasında geçirmiş biri olarak, ne kadar yanıldıklarını öğrenmenin, onların öncelik listesinde kahvelerinde hamamböceği bulmakla aynı sırada yer aldığını söyleyebilirim. Kariyerinin başlarında ilginç bir keşifte bulunmuş tipik bir bilim insanı, hayatının geri kalanını, herkesin katkısını takdir etmesini ve kimsenin sorgulamamasını sağlamaya vakfeder. Bu maksada nail olamamış ihtiyar bir bilim insanıyla sohbet etmek korkunçtur. Akademisyenlerin gülünç kıskançlıkları vardır, hükümsüz kaldığında bile fikirlerine dört elle sarılırlar ve kendilerinin önceden tahmin edemediği her yenilik keyiflerini kaçırır. Özgün fikirlerle ya dalga geçerler ya da iyi geliştirilmediğini söyleyerek reddederler
- Sosyal bilimler ve insan bilimleri gibi disiplinlerde, insan istisnacılığı hâlâ yaygındır. İnsanların başka hayvanlarla kıyaslanmasına o kadar direnirler ki, "başka" kelimesi bile onlar için sorun teşkil eder. Buna karşılık doğa bilimleri, bu kirlenmeden etkilenmemiş ve her geçen gün artan bir insan-hayvan devamlılığına doğru dönüşsüzce ilerlemişlerdir. Carl Linnaeus, Homo sapiens'i primat sınıfına sokmuş, moleküler biyoloji insan ve maymun DNA'sının neredeyse aynı olduğunu ortaya çıkarmıştır. Sinirbilim ise şu ana kadar insan beyninde, maymun beyninde eşdeğeri olmayan tek bir bölüm bile bulamamıştır. Tartışma yaratan şey, işte bu devamlılıktır. Biyologlar insanlardan hiç söz etmeden evrimi tartışabilseler, kimsenin bu yüzden uykuları kaçmazdı. Klorofilin nasıl çalıştığını ya da ornitorenkin memeli olup olmadığını tartışmak gibi olurdu. Kime ne?
- ABD'ye gelmeden önce evrim karşısındaki şüphecilikten pek haberdar değildim; çok geçmeden onu da silah sevgisi ve futbolu hor görme gibi açıklanamaz diğer milli eğilimler arasına yerleştirdim. (...) Amerikalıların en az %30'u İncil'i, gerçekten Tanrı kelamı olarak okur. İncil'i kelimesi kelimesine doğru kabul edilmemesi gereken ilhamlı bir metin ya da bir efsaneler ve ahlaki kurallar kitabı olarak görenlerse bu rakamın iki katıdır. Evrimin mesajını yaymak isteyenlerin bilmesinde fayda var. Kelimesi kelimesine almayan çoğunluğu hedeflemeliler çünkü onların dinleme ihtimali daha yüksek. Tabii tartışma surata atılan bir tokatla başlamazsa. Bilimle dinin uzlaşmaz olduğu teranesi ne yazık ki bazı sonuçlar da doğurmuyor değil. Dindar insanlara, ne kadar açık görüşlü ve dogmadan uzak olsalar bile bilime layık olamayacaklarını söylüyor. Önce onlar için çok kıymetli olan bütün inançlarından kurtulmaları gerekecek. Neo-ateistlerin saflık üzerindeki ısrarını tuhaf bir şekilde dini buluyorum. İnananların, inanmayan "rasyonel elitin" saflarına katılmadan önce herkesin önünde nedamet getireceği bir nevi vaftiz töreni eksik bir tek. İroniye bakın, buna en son layık görülecekler arasında manastır bahçesinde bezelye yetiştiren bir Augustinus keşişi de var.
- Filler düşünüldüğünden daha zeki çıkmışlardı ama daha da önemlisi bu durum, olumsuz kanıtların sınırlarını teyit etmişti. Belli bir türde alet kullanımı ya da kendini tanıma işaretleri bulunamasa bile kesin hüküm vermemek gerekir. Hayvanın becerileri yeterli olmayabilir ama biz de hayvanı anlamıyor olabiliriz. Onlara yanlış aletler veriyor, yanlış aynalar tutuyor olabiliriz. Deneysel psikolojinin ünlü deyişiyle "kanıt yokluğu, yokluğun kanıtı değildir".
- Yağmurlu ve fırtınalı bir havada iki maymun barınaklarının dışında kalmışlar. Köhler tesadüfen oradan geçerken sırılsıklam olmuş titreyen maymunları görmüş. Onlara içeri girmeleri için kapıyı açmış ama maymunlar aceleyle kendilerini kuru barınağa atmak yerine, önce büyük bir memnuniyetle profesöre sarılmışlar. (...) Yıl boyunca, öğleden sonra bir yemek paylaşım seansı düzenlediğim günlerde sabahları şempanzelerin tımar faaliyetlerini kayda aldım. Saha istasyonunun etrafındaki ormandan yapraklı dallar keserdim (şempanzeler taze böğürtlen sürgünlerine ve günlük ağacına bayılır) ve bunları hanımeli dallarıyla bağlardım. İki büyük yaprak demeti içeri fırlatılırdı. Her mevkiden her yetişkin demeti alıp kendine saklayabilirdi çünkü maymunlar mülkiyete saygı duyar. Çok geçmeden talihli demet sahiplerinin etrafını ellerini uzatıp mızıldanan dilenciler sarardı. En yüksek mevkideki erkeğin bile dilendiği görülebilirdi, tıpkı doğada bir şebek cesedi etrafında toplanan maymunların yaptığı gibi. Sonunda bütün herkes ya doğrudan sahibinden ya da dolaylı olarak aile ve arkadaşlar üzerinden temin ettiği yiyeceği kemirmeye koyulurdu. Pek çok farklı seansta yaklaşık yedi bin yiyecek alışverişi ölçtüm. Elimdeki veriler yiyecek edinmeyle sabah saatlerindeki tımar arasında bir bağlantıya işaret ediyordu. Mesela Socko'nun May'i tımar ettiği bir gün, ondan birkaç dal alma şansı onu tımar etmediği günlere oranla çok yüksekti. (...) Şempanzeler intikam da alırlar. Kalabalık bir güçbirliği karşısında bir dövüşü kaybetmişlerse ödeşmek için fırsat kollarlar. Ötekilerden birini, etrafta arkadaşları yokken tek başına yakalarsa saldırırlar. Bunu sistematik olarak yapan erkekler tanıdım: Dört kişilik bir gruba yenilmişlerse zamanını kollar ve bu dörtlünün her biriyle ayrı ayn dört sevimsiz seans yaşarlardı.
- Ama o zamanlar empatinin serebral kontrol altındaki karmaşık bir beceri olduğu zannediliyordu. Başkasının yerinde olsak neler hissedeceğimize dair kafamızda bilinçli simülasyonlar yaparak, empati duymaya karar verdiğimiz düşünülüyordu. Empati bilişsel bir beceri olarak görülüyordu. Artık işlemin çok daha basit ve otomatik olduğunu biliyoruz. Üzerinde kontrolümüz olmadığı söylenemez (soluma da otomatiktir ama onu kontrol edebiliriz) ama bilim eskiden empatiye çok yanlış bir açıdan bakıyordu. Empati, yüzlere, seslere, duygulara dair bilinçdışı bedensel bağlantılardan kaynaklanır. İnsanlar empatik olmaya karar vermez, kendiliklerinden öyledirler. (...) İtalya'nın Parma şehrindeki bilim insanları ayna nöronları keşfetti. Bu nöronlar biz bir eylemde bulunduğumuzda, mesela bir fıncana uzandığımızda harekete geçiyor ama aynı zamanda başka birinin fincana uzandığını gördüğümüzde de harekete geçiyor. Ayna nöronlar kendi davranışlarımızla, ötekilerin davranışları arasında fark gözetmediğinden, bir organizmanın, başka bir organizmanın adeta içindeymiş gibi olmasına imkan tanıyor. Biyoloji için DNA'nın keşfi ne kadar önemliyse, psikoloji için de ayna nöronların keşfi o kadar önemli. (...) Bu süreçler sadece türümüze has değildir. Ayna nöronlar etrafında kopan akademik yaygara, bize bu nöronların insanlarda değil makaklarda keşfedildiğini unutturmuş gibidir.
- Hayvanların sadece uyarımlara karşılık veren makineler olduğu görüşü bana asla hitap etmemiştir. Öyle zayıf bir görüştür ki insan çürütmeye nereden başlayacağını bilemez. (...) Grandin, beyin hakkında daha fazla şey bilmek harika olmaz mı diye sormuş. Skinner: "Beyin hakkında bir şey bilmemize gerek yok, bizde edimsel koşullanma var," diye cevap vermiş. Bu beni hayrete düşürdü; bir biliminsanı herhangi bir konuda bilgilenmeyi neden reddetsin ki? Bilginin her türlüsü iyi değil midir? Pek sevilen bir kuramı tehdit etmiyorsa tabii! Skinner da, daha pek çok biliminsanı gibi, kuramının yalanlanması korkusundan mı muzdaripti? (...) Sinirbilimin empati konusunda iki temel mesajı vardır. Birincisi insan ve hayvan duyguları arasında kesin bir ayrım olmadığıdır. İkincisi empatinin bedenden bedene geçtiğidir. Bir kadının koluna iğne batırırsanız, bunu sadece izleyen kocasının beynindeki acı merkezi harekete geçer. Beyni, iğne kendi koluna batmış gibi tepki verir. Ayna nöronlar, taklit ve duyguların bulaşıcılığı konusunda bildiklerimizin ışığında, empatinin bu "beden kanalının" muhtemelen primat türü kadar eski olduğu sonucuna varıyoruz, hatta ben daha da eski olduğunu düşünüyorum
- Mesela bulaşıcı esnemeye en açık insanlar, en fazla empati hisseden insanlar. Otizm gibi empati bozukluğu olan çocuklarda esneme bulaşması hiç yok. Esneyen maymunları seyreden şempanzelerimiz deli gibi esniyor, ama ancak videodaki maymunu şahsen tanıyorlarsa. Yabancıların videoları hiçbir etki yaratmıyor. Bu da meselenin bir ağzın açılıp kapandığını görmekten ibaret olmadığını düşündürüyor: filmi çekilen bireyle özdeşleşmek de bunun bir parçası. Bütün empati araştırmalarında, ister insan olsun ister hayvan, tanışıklığın rolü biliniyor. Empatik tepkiler, birine kendimizi ne kadar yakın hissediyorsak, onunla ne kadar çok şey paylaşıyorsak, o kadar kuvvetleniyor. (...) Mesela Lincoln'ün kölelikle mücadele etme kararı, başkalarının acılarına verdiği duygusal tepkiden kaynaklanıyordu büyük ölçüde. Birbirine zincirlenmiş köleleri hatırlamanın "daimi bir işkence" olduğunu yazmıştı Güney' deki bir arkadaşına. Çok önemli siyasi kararlar bile, en azından kısmen empatiden kaynaklanıyorsa, ağırlığını küçümsemenin manası yok. Ben şahsen, empati ve dayanışmadan yoksun bir toplumda yaşamaya değmeyeceğini düşünüyorum. (...) Empati maalesef taraf tutar; Zürih Üniversitesi'nde başkalarınin acısına verilen tepkileri ölçmek için yapılan deney de bunu göstermiştir. Bir grup erkeğe, kendi takımlarının ya da rakip takımın taraftarlarının, ellerine bağlanan elektrotlarla canlarının yakılması seyrettirilmiştir. İsviçrelilerin futbolu ciddiye aldığını söylemeye gerek yok. Sadece kendi kulüplerinin taraftarları onlarda empati uyandırmıştır. Hatta rakip takım taraftarının elektrik şokuna maruz kaldığını seyretmek, beynin haz bölümlerini harekete geçirmiştir. İşte komşuyu sevmek buraya kadar!
- Şikago Üniversitesi'nde yapılan bir deneyde, bir sıçan, içinde şeffaf bir kaba kapatılmış başka bir sıçan olan kapalı bir alana konmuş. Şeffaf kapta kilitli olan sıçan sıkıntıyla debeleniyormuş. Birinci sıçan, ikinciyi kurtarmak için kilidi açmayı öğrenmekle kalmamış, bunu yapmaktaki motivasyonu da akıllara zarar. Birinin içinde çikolata, ötekinin içinde kapana kısılmış arkadaşı olan iki kapla karşılaştığında genelde önce arkadaşını kurtarıyormuş. Halbuki boş bir kapla, içinde çikolata olan bir kap arasında seçim yapmak zorunda kaldığında daima çikolatalı kabı önce açıyormuş. (...) İnsanların eyleme geçmemek için bulduğu bahaneler çok zekice bir deneyle sınanmıştır. Üniversite öğrencilerine bir kampüs binasından bir diğerine koşmaları talimatı verilmiş, bu arada yollarına iki büklüm bir "kurban" konmuştur. Öğrencilerin sadece %40'ı "kurbana" ne sıkıntısı olduğunu sormuştur. (...) Empatinin rolünü araştırmanın bir yolu üzüntüye verilen tepkileri gözlemlemektir. Şempanzeler ve bonobolarda, beklenen tepki tesellidir. Kısa süre önce hayatını kurtarmak için kaçmış bir saldırı kurbanı, dudağını bükmüş, yarasını yalayarak ya da perişan bir halde tek başına oturmaktadır. Birisi yanına gelip de ona sarıldığında, onu tımar ettiğinde ya da dikkatle yarasını incelediğinde canlanır. Teselli son derece duygusal bir hâl alabilir ve maymunların birbirinin kollarında çığlıklar atmasına kadar gidebilir. Yaklaşık dört bin gözlemi taradığımızda, daha çok arkadaşların ve akrabaların, cinsiyet olarak ise erkeklerden çok dişilerin teselli ettiğini gördük. (...) Bu konu üzerinde araştırma yapmanın en kolay yolu, bir aile üyesinden evde incinmiş ya da üzüntülü davranmasını rica etmek ve çocukların buna nasıl tepki verdiğini gözlemektir. Küçük yaştaki çocuklar, maymunlarla aynı şekilde dokunur, sarılır ve rahatlatıcı beden teması kurar ve kızlar bu hareketleri oğlanlardan daha fazla yapar.
- İnsanbiçimcilik karşıtlarının ikazlarına uyup, insan ve hayvanlarda bu tepkilerin farklı terminolojiyle ifade edilmesini reddediyorum. "Hayvanlar insan değildir!" diye bağıranların bu sözleri doğrudur doğru olmasına ama insanların hayvan olduğu da bir o kadar doğrudur. (...) Bir bonobonun cama çarpıp sersemlemiş bir kuşu nasıl kurtardığını ya da bir şempanzenin doğal yaşam acemisi arkadaşını, zehirli bir yılandan nasıl uzaklaştırdığını çok anlatmışımdır. (...) Akademik çevrelerde de, popüler "kontrolden çıkmış hayvan" imgesinden kaçınmak imkansızdır. Ahlakın evrimiyle kritik bir ilişkisi vardır bunun, çünkü ahlakın zıddı "istediğimizi yapmamızdır". Bunun altında da istediğimiz şeyin iyi olmadığı varsayımı yatar.