- Carson, ahlakın doğamıza aykırı olduğunu, bütün arzularımızın kötü olduğunu varsayıyor, halbuki bu kitabın yegane maksadı bunun aksini kanıtlamak. Neyse ki diğer primatlarla paylaştığımız bir grup hayvanın arka planı var ve bu da toplumsal bağlara değer vermemizi sağlıyor. Böyle bir arkaplan olmasa, din isterse bayılana kadar erdem ve kötülük hakkında vaaz versin, boş boş suratına bakardık. İlişkilerin değerini, işbirliğinin yararım, güven ve dürüstlüğe duyulan ihtiyacı idrak edebilecek şekilde evrimleştiğimiz için bunları alımlayabiliyoruz. Hakkaniyet duygumuz bile bu arkaplandan kaynaklanır. Bu noktada bonobo ateistin tarafını tutacak ve dinin, ahlak üzerinde bir rolü varsa bile, bunun gecikmeli bir rol olduğunu söyleyecektir. Ahlak önce ortaya çıktı, modern din daha sonra bunun üzerine tutundu. Büyük dinler, bize ahlakı hediye etmediler, aksine onu desteklemek üzere icat edildiler. Dinin, insanları birbirine bağlayarak ve iyi davranışları teşvik ederek bu işi nasıl yaptığını daha yeni incelemeye başladık. Dinin, geçmişte çok önemli olan, yakın bir gelecekte de belli ki önemini koruyacak olan rolünü küçümsemek gibi bir niyetim yok ama ahlakın kaynağının din olmadığını da söylemek lazım.
- Hayvanların sadece "serseri" olduğu, doğanın onlara verdiği güdüler üzerinde kontrollerinin olmadığı düşüncesi bizi yanıltır. Bizim gibi hayvanlar da belli başlı neticeleri tercih eder ve her türlü sapmaya korku ya da şiddetle tepki verir. Bonobonun daima içinden geçeni yaptığını da kim söylemiş? (...) Ahlakın, başka hayvanların davranışlarında görülen, çok daha mütevazı bir başlangıcı var. Son 15-20 yıldır bilimin öğrendiği her şey, ahlakın "kötü insan doğası" üzerindeki ince bir cila olduğu yolundaki karamsar düşünceyi yalanlıyor. Aksine, evrimsel mazimizin büyük yardımı olmasa, asla bu kadar ileri gidemezdik.
- Maymunu ormandan çıkarabilirsiniz, ama ormanı maymunun içinden çıkaramazsınız. Bu bizim gibi iki ayaklı maymunlar için de geçerlidir. Atalarımızın ağaçtan ağaca atladığı zamanlardan beri, küçük gruplar halinde yaşamak bizim için bir saplantı halini almıştır. (...) Kendimizde beğenmediğimiz şeyler için doğayı suçlamayı, beğendiğimiz şeyler için onu takdir etmeye yeğleriz. (...) Empatinin primat mirasımızın bir parçası olması ihtimali bizi memnun etmeli, ama doğamızı sahiplenmek gibi bir huyumuz yoktur. İnsanlar "soykırım" yaptığında onlara "hayvan" deriz. Fakirlere yardım ettiklerinde "insan" diye överiz. Olumlu davranışı kendimize mal etmeyi severiz. İnsan tarafından yapılmamış bir insanlığın mümkün olduğuna toplumun uyanması, bir maymunun bizim türümüzden birini kurtarmasıyla oldu. (...) Son zamanlarda doğa belgeselleri kana susamış hayvanlar (ya da onlarla güreşip yenen maço adamlar) üzerinde odaklanadursun, doğayla bağımızın aslında ne kadar derin ve engin olduğunu anlatmak hayati bir önem kazandı. Bu kitap, primat davranışlarıyla bizim davranışlarımiz arasındaki büyüleyici ve ürkütücü benzerlikleri incelemek üzere yazıldı.
- Genetik olarak bize şempanze kadar yakın olduğu halde pek az tanınan bonobo, hakikaten dikkate değer bir türdür. Kuni adında bir bonobo, Büyük Britanya'da Twycross Hayvanat Bahçesi'ndeki bölmesinin camına bir sığırcığın çarptığını gördüğünde onun yardımına koşmuş. Sersemlemiş kuşu alıp, usulca ayaklarının üzerine koymuş. Kuş kıpırdamayınca tutup dikkatle havaya atmış, ama hayvan sadece çırpınmış. Sonra sığırcığı eline alan Kuni, en yüksek ağacın tepesine tırmanmış, iki eli kuşu tutmak için serbest kalsın diye bacaklarını sıkıca ağacın gövdesine dolamış. İtinayla kuşun kanatlarını açmış, iki kanadı da uçlarından parmaklarıyla tutup germiş ve kuşu küçük bir oyuncak uçak gibi bölmesinin camları üzerinden dışarı göndermiş. Ama kuş özgürlüğe kavuşamadan alanı çevreleyen hendeğe düşmüş. Kuni aşağı inip uzun müddet kuşun başında nöbet tutmuş, onu meraklı bir genç bonobodan korumuş. Akşama kadar kendini biraz toparlayan kuş emniyetle uçup gitmiş. Kuni'nin bu kuş için yaptıkları, başka bir maymuna yardım etmek için yapabileceklerine hiç benzemiyor. Katı sınırlarla belirlenmiş bir davranış şablonunu takip etmek yerine, yardımın türünü, kendinden çok farklı bir hayvanın özel durumuna göre ayarlayabilmiş. Alanının üzerinden geçen kuşlardan, ne tür bir yardım gerektiğine dair bir fikir edinmiş olmalı. Empatinin bu türlüsü hayvanlarda pek duyulmuş şey değildir, çünkü başkasının koşullarını tahmin etme becerisine dayalıdır.
- İnceleyebilecek iki yakın primat akrabamız olması bizim için büyük nimet, hem bunlar geceyle gündüz kadar birbirlerinden farklılar. Birisi öfkesini zaptetmekle ilgili sorunlar yaşayan hırslı, haşin görünümlü bir karakter. Diğeri özgür ruhlu bir hayat tarzının eşitlikçi yandaşı. (...) Bilimin 17.yüzyıldan beri tanıdığı şempanzeyi duymayan yoktur. Hiyerarşik ve cinai davranışlan insanların "öldüren maymunlar" olduğuna dair yaygın görüşe kaynaklık etmiştir. Başkalarını yenerek gücü ele geçirmek ve ebediyen savaşmak bizim biyolojik kaderimiz, der bazı biliminsanları. Şempanzeler arasında öyle çok kanlı vakaya şahitlik ettim ki, yıkıcı bir damarları olduğuna katılıyorum. Ama henüz geçen yüzyıl keşfedilen diğer yakın akrabamız bonoboyu gözardı etmemeliyiz. Bonobolar sağlıklı bir cinsel iştahı olan gailesiz tipler. Doğaları gereği barışçıl olduklarından, tümüyle kana susamış bir soydan geldiğimizi yalanlıyorlar. (...) Bonoboların birbirlerinin ihtiyaçlarıyla arzularını anlamalarını ve bunlara kavuşmak için birbirlerine yardım etmelerini sağlayan şey empati. (...) Şempanze insan doğasının vahşi yönünü o kadar iyi sergiliyor ki, pek az bilimci diğer yönü hakkında bir şeyler yazıyor. Ama biz aynı zamanda, birbirine gereksinim duyan, fazlasıyla sosyal mahluklarız ve aklı başında, mutlu hayatlar sürdürebilmek için başka insanlarla etkileşime ihtiyaç duyuyoruz. Ölüm cezasından sonra bize verilebiIecek en büyük ceza, tek başına bir yere kapatılmak. Vücutlarımız ve zihinlerimiz, yalnız bir hayata göre tasarlanmamış. İnsanlar arasında olmayınca, ruhen çöküntüye uğruyoruz ve sağlığımız bozuluyor.
- Goriller, bizim evrim dalından, şempanze ve bonobolara nazaran biraz daha önce ayrıldığından, gorile daha çok benzeyen maymunun özgün tip kabul edilmeyi hak ettiği söylenir. İyi de gorillerin son ortak atamıza benzediğini kim söylüyor? Onların da değişmek için bol bol zamanı vardı - yedi milyon yıldan fazla. Bizim asıl aradığımız bu süre zarfında en az değişen maymun. Önde gelen vahşi bonobo uzmanı Takayoshi Kano, bonobolar nemli ormanı hiç terk etmediği için -halbuki şempanzeler kısmen, bizim atalarımızsa tümüyle terk etmiştir- muhtemelen daha az değişim baskısına maruz kaldıklarını; bu yüzden de hepimizin atası olan orman maymununa daha çok benziyor olabileceklerini savunur.
- Maymunlara bazen quadrupedal (dört ayaklı) denir ama bonobolara quadrumanual (dört elli) dense yeridir. Jimnastik becerileri diğer maymunlann hepsinden daha fazla gelişmiştir; zıplar, daldan data atlarlar, inanılmaz bir çeviklikle ağaç tepesinde hareket ederler. Gerilmiş ipte, yerde yürür gibi rahatça iki ayak üzerinde yürürler. Bu akrobatik yetenekler, kısmen bile ormandan çıkmak zorunda kalmamış, dolayısıyla ağaç üzerindeki hayat tarzından ödün vermemiş maymunlar için gayet kullanışlıdır. Bonoboların şempanzelerden daha ağaççıl oldukları, vahşi ortamda bir bilimciyi ilk kez gördüklerinde verdikleri tepkilerden de anlaşılır: Şempanzeler üzerinde durdukları ağaçtan yere atlayıp koşarak kaçar; bonobolar ise ağaçtan ağaca kaçar ve ancak iyice uzaklaştıklarında yere inerler. (...) Şempanzelerle bonoboları ayırmanın en kolay yolu onları dinlemektir. Şempanzenin pes huu-huu sesi bonoboda yoktur. Bonoboların sesleri öyle tizdir ki (daha ziyade hii-hii gibi), Münih'teki Hellabrunn Hayvanat Bahçesi'ne ilk bonobolar geldiğinde, müdür onları neredeyse geri gönderecekmiş. Bolobo'dan gelen kafeslerin örtüsünü açıp bakmadığından, duyduğu seslerin maymunlardan geldiğine inanamamış.
- Bir geminin sağlam olup olmadığı nasıl fırtınada anlaşılırsa, bir ilişkiye de ancak zaman zaman çıkan çatışmaları aşabiliyorsa tam anlamıyla güvenebiliriz. Erkek iktidar siyasetinin, asla bitmeyen şempanze toplumu hikayesinin tam göbeğindeyiz. Genelde bu kavgalar dişiler yüzünden çıkıyor, bu da en yakın akrabalarımız arasındaki temel farkın, birinin cinsel meseleleri güçle çözmesi, diğerininse güç meselesini cinsellikle çözmesi olduğunu gösteriyor. (...) O zamanlar evrim hakkındaki görüşler daima saldırganlık etrafında dönerdi; türümüzün sözünü etmeye değecek başka davranış eğilimleri yoktu sanki. Pitbull'ları tartışırken ana başlığın bu hayvanların oluşturduğu tehlike olması gibi. İnsanı Pitbull'dan ayıran, türümüzün dövüşmek üzere özel olarak üretilmiş olmamasıdır. Çenelerimizin uyguladığı basınç pek zavallıdır; ayrıca yegane önemli özelliğimiz başkalarını öldürrnek olsa, beyinlerimizin de bu kadar büyük olmasına gerek kalmazdı. Ama savaş sonrası dönemde, insan saldırganlığı her tartışmanın merkezindeydi. Gaz odaları, toplu katliamlar ve iradi yıkımla, Il. Dünya Savaşı insan davranışının en kötü örnekleriyle doluydu. Dahası, Batı dünyası her şey yatıştıktan sonra olan biteni alt alta yazdığında, Avrupa'nın göbeğinde aslen MEDENİ insanlar tarafından uygulanan vahşeti görmezden gelmek mümkün değildi. İnsanı hayvanla kıyaslamayan yok gibiydi. Hayvanlarda ketleme olmadığı söyleniyordu. Kültürleri yoktu. Madem öyle medeniyetin cilası altından fışkırıp insan terbiyesini bir kenara iten şey genetik yapımızla ilgili, hayvani bir şey olmalıydı. Benim taktığım isimle bu "cila teorisi" savaş sonrası tartışmaların hakim teması halini almıştı. İçimizin derinliklerinde biz insanlar vahşi ve ahlaksızdık. Bir dizi popüler kitap savaş, şiddet, hatta sporla kendine çıkış arayan zaptedilmez bir saldırganlık güdümüz olduğunu savunarak bu konuyu işleyip duruyordu. Bir diğer teori de saldırganlığımızın kendine has olduğuydu, kendi türünü öldüren yegane primatlar bizdik. Türümüz gerekli ketlemeleri oluşturacak zaman bulamamıştı. Bunun sonucunda kurtlar ve aslanlar gibi "profesyonel yırtıcılar" kadar bile kontrol altında tutamıyorduk savaşma içgüdümüzü. Feci bir mizacımız vardı ve onunla baş edecek yeterli donanımımız yoktu. Genelde insanın uyguladığı şiddetin ve özelde Holokost'un bu şekilde rasyonalize edilmeye başlandığını görmek zor değil, dönemin önde gelen sesinin Almanca konuşması da pek fayda getirmemişti. Dünyaca ünlü Avusturyalı balık ve kaz uzmanı Konrad Lorenz de saldırganlığın genlerimizde olduğunu hararetle savunuyordu. Öldürme insanlığın "Kabil damgası" halini almıştı. Atlantik'in karşı kıyısında benzer bir görüş Amerikalı gazeteci Robert Ardrey tarafından savunuluyordu; Ardrey Australopithecus'un avını diri diri yutan, uzuvlarını birer birer ayırıp, susuzluğunu ılık kanla gideren bir etobur olduğu tahminlerinden ilham almıştı. Birkaç kafatası kemiğinden bu sonuca atlamak epey canlı bir hayal gücü gerektiriyordu, ama Ardrey katil maymun mitini bunun üzerine kurmuştu. "African Genesis" te (Afrika'daki Kökenimiz) atamızı, doğanın hassas dengesini bozan, akıl hastası bir avcı olarak resmetmişti. Ardrey'nin demagojik sözleri şöyleydi: "Ayağa kalkan maymunlardan doğduk biz, yere düşen meleklerden değil, hem o maymunlar da silahlı katillerdi. Şimdi neye şaşırıyoruz ki? Cinayetlerimize, katliamlarımıza, füzelerimize ve uyuşmayan düzenlerimize mi?" İnanması zor ama popüler biyolojinin bir sonraki dalgası bunun da ötesine gitmeyi başardı. Ronald Reagan ve Margaret Thatcher'ın hırsın toplum için, ekonomi için ve hırs yapacak herhangi bir şeyi olanlar için iyi olduğunu vazettiği sıralarda, biyologlar da bu görüşleri destekleyen kitaplar yayımlıyordu. Richard Dawkins'in "Gen Bencildir"i, evrim kendini kollayanı kolladığına göre, bencilliğin, bizi aşağı çeken bir kusurdan ziyade değişimin itici gücü olarak görülmesi gerektiğini öğretiyordu bize. Hırçın maymunlar olabilirdik ama öyle olmamızın bir manası vardı ve dünya bu sayede daha iyi bir yer oluyordu. Bu tür kitapların yanıltıcı dili -her şeye kusur bulan işgüzarların boş yere dikkatleri çekmeye çalıştığı gibi- küçük bir sorun teşkil ediyordu. Başarılı özellikler geliştiren genler nüfus içinde yayılır ve böylece yerleşirler. Ama bunun için kullanılan ''bencil" sıfatı bir METAFORdan öteye geçemez. Bir tepeden aşağı yuvarlandıkça üzerine daha fazla kar toplayan kartopu da gelişir ama biz genelde kartoplarına bencil demeyiz. En uç noktasına götürüldüğünde "her şey bencillikten ibarettir" konumu kabus gibi bir dünya yaratır. Yarattıkları şokun, yazdıkları şeyin değerini artırdığını gayet iyi bilen bu yazarlar, bizi Hobbesçu bir arenaya atarlar; bu arenada her koyun kendi bacağından asılır, insanlar sadece birbirlerini kandırmak için cömertlik yapar. Sevgi diye bir şey duyulmamıştır, duygudaşlık yoktur, iyilik de sadece yanılsamadır. O zamanların en meşhur sözü biyolog Michael Ghiselin'e aittir ve her şeyi anlatır: "Bir özgecinin (fedakarın) damarlarında, riyakarın kanı akar." Neyse ki bu karanlık, sevimsiz yer sadece hayal ürünü; içinde güldüğümüz, ağladığımız, seviştiğimiz, bebekleri pışpışladığımız gerçek dünya, ona taban tabana zıt. Bu kurgunun yazarları bunun farkında ve bazen insanların içinde bulunduğu durumun, onların yazdığı kadar kötü olmadığını itiraf ediyorlar. "Gen Bencildir" bunun iyi bir örneği. Dawkins, genlerimizin bizim için neyin iyi olduğunu bildiğini, insanı hayatta tutan aygıtın her küçük çarkını genlerin programladığını anlatıp durduktan sonra, kitabının ta en son cümlesinde pekala bütün o genleri pencereden atabileceğimizi söyler: "Dünyada kendini tekrar tekrar üreten bu bencillerin diktatörlüğüne isyan edecek tek bir tür varsa, o da biziz."
- 20.yüzyılın sonunda, doğayı aşmamız gerektiği vurgulanıyordu. Darwin'in bu işle hiç alakası olmasa da, bu görüşün reklamı "Darvinci" diye yapılıyordu. Darwin de benim gibi insanlığımızın diğer hayvanlarla paylaştığımız sosyal içgüdüler üzerine temellendiğini düşünürdü. Bu görüş, temel içgüdülerini aşacak "tek tür" olduğumuzu iddia etmekten çok daha iyimser belli ki. İkinci görüşe bakılırsa, insan terbiyesi incecik bir kabuktan ibaret - miras almaktan ziyade icat ettiğimiz bir şey. Ne zaman onurlu denemeyecek bir şey yapsak, cila teorisyenleri bize altta yatan korkunç çekirdeği hatırlatacak: "Alın size insan doğası!" (...) Şempanzeler böylece "hırçın insan doğası" fikrini güçlendirmiş oldular; halbuki pekâlâ tam tersini de yapabilirlerdi. Ne de olsa şempanzelerde şiddet öyle her gün rastlanan bir hadise değil: Bilimcilerin onu ortaya çıkarması onlarca yıl sürdü. Keşiflerinin tek yönlü etkisinden rahatsız olan Goodall da şempanzelerin iyi yönlerini, hatta merhametlerini aydınlatmak için kahramanca çarpıştı, ama beyhude. Bilim kararını vermişti: Katil daima katildir. Şempanzeler şiddet kullanıyor olabilirler ama aynı zamanda toplumlarının güçlü denetleme mekanizmaları ve dengeleri vardır. (...) Şempanzeler potansiyel bir şiddet bulutu altında yaşar; hem hayvanat bahçelerinde hem de doğada bebek katli önde gelen ölüm sebeplerindendir. Ama neticede, bir tür olarak bizim ne kadar saldırgan olduğumuzu tartışırken, şempanze davranışı yapbozun sadece bir parçasını oluşturur. Asıl en yakın atamızın davranışı bize daha çok şey söylerdi. Maalesef onlara dair bilgimizde büyük gedikler var, hele 10.000 yıldan daha geriye baktığımızda. Daha önceden de, son birkaç binyılda olduğumuz kadar gaddar olduğumuza dair sağlam kanıtlar yok. Evrim açısından birkaç binyıl devede kulaktır. Milyonlarca yıl önce dünya üzerindeki nüfuslarının ne kadar az olduğu düşünülürse, atalarımız, birbiriyle kavga edecek fazla bir şeyi olmayan küçük avcı-toplayıcı grupları halinde rahat bir hayat sürdürüyordu belki de. Bu, onların dünyayı fethetmelerine mani değildi. En iyi uyum sağlayanların hayatta kalması, onlar tarafından uyum sağlayamayanların ortadan kaldırılması olarak algılanır sıklıkla. Ama evrim yarışını daha iyi bir bağışıklık sistemine sahip olmakla ya da yemek bulma konusunda daha becerikli olmakla da kazanabilirsiniz. Doğrudan çatışmayla bir tür nadiren bir diğerinin yerini alır. Dolayısıyla Neanderthalleri ortadan kaldırmamış olabiliriz; sadece soğuğa daha iyi direndik ya da avcılık konusunda daha başarılıydık belki. Başarılı insansıların, çapraz döllenme yoluyla daha az başarılı olanları "soğurmuş" olması da kuvvetle muhtemel. Bu yüzden de Neanderthal genlerinin halen bizde varlığını sürdürüp sürdürmediği cevaplanmamış bir soru.
- En sevdiğim ofisimin (bende ofis bol) Yerkes Arazi İstasyonu'ndaki şempanzelere bakan bir penceresi var; böylece olup biten her şeyi görebiliyorum. Benden saklanamıyorlar (ne zaman yemeğimi çaktırmadan yemeye çalışsam anlaşıldığı üzre, ben de onlardan). İktidar politikaları, kavgalardan sonra barışmalar ve alet kullanımının önce tutsak maymunlarda gözlenip, sonra araziden teyit almasının sebebi basit gözlem. Genelde dürbünle gözlem yapıp, şahit olduğumuz her sosyal olayı bilgisayara kaydediyoruz. Oyun, cinsellik, saldırganlık, tımar, bebek bakımı ve her kategori içindeki yüzlerce ince ayrım için uzun bir kodlar listemiz var ve "kim kime ne yaptı" formatında sürekli veri giriyoruz. Olaylar çok karmaşık bir hal alırsa, mesela büyük bir kavga koparsa ya filme çekiyor ya da spor spikeri gibi teybe anlatıyoruz. Bu şekilde yüzlerce, binlerce gözlem biriktiriyor, sonra verileri düzenlemek için bir bilgisayar programı kullanıyoruz. İşimizden büyük zevk alsak da, primat araştırmalarının bezdirici bir tarafı da var. Maymunlara bir problem sormak istediğimizde onları gruptan ayırıp küçük bir binaya çağırıyoruz. Yardımcı olmaya zorlayamayacağımız için istekli olmalarına güvenmekten başka çaremiz yok. Maymunlar sadece kendi isimlerini değil diğer maymunların isimlerini de biliyorlar; böylece A bireyinden B'yi çağırmasını rica edebiliyoruz. İşin hilesi, deneyi hoş bir tecrübe haline getirebilmek. Joystick'leri olan bilgisayarlar çok ilgilerini çekiyor. Yardımcım içinde aygıtların bulunduğu arabayla göründüğü anda gönüllüler sıraya giriyor. Bilgisayarın anında geribesleme yapması, çocuklar gibi maymunların da çok hoşuna gidiyor.