Bir geminin sağlam olup olmadığı nasıl fırtınada anlaşılırsa, bir ilişkiye de ancak zaman zaman çıkan çatışmaları aşabiliyorsa tam anlamıyla güvenebiliriz. Erkek iktidar siyasetinin, asla bitmeyen şempanze toplumu hikayesinin tam göbeğindeyiz. Genelde bu kavgalar dişiler yüzünden çıkıyor, bu da en yakın akrabalarımız arasındaki temel farkın, birinin cinsel meseleleri güçle çözmesi, diğerininse güç meselesini cinsellikle çözmesi olduğunu gösteriyor. (...) O zamanlar evrim hakkındaki görüşler daima saldırganlık etrafında dönerdi; türümüzün sözünü etmeye değecek başka davranış eğilimleri yoktu sanki. Pitbull'ları tartışırken ana başlığın bu hayvanların oluşturduğu tehlike olması gibi. İnsanı Pitbull'dan ayıran, türümüzün dövüşmek üzere özel olarak üretilmiş olmamasıdır. Çenelerimizin uyguladığı basınç pek zavallıdır; ayrıca yegane önemli özelliğimiz başkalarını öldürrnek olsa, beyinlerimizin de bu kadar büyük olmasına gerek kalmazdı. Ama savaş sonrası dönemde, insan saldırganlığı her tartışmanın merkezindeydi. Gaz odaları, toplu katliamlar ve iradi yıkımla, Il. Dünya Savaşı insan davranışının en kötü örnekleriyle doluydu. Dahası, Batı dünyası her şey yatıştıktan sonra olan biteni alt alta yazdığında, Avrupa'nın göbeğinde aslen MEDENİ insanlar tarafından uygulanan vahşeti görmezden gelmek mümkün değildi. İnsanı hayvanla kıyaslamayan yok gibiydi. Hayvanlarda ketleme olmadığı söyleniyordu. Kültürleri yoktu. Madem öyle medeniyetin cilası altından fışkırıp insan terbiyesini bir kenara iten şey genetik yapımızla ilgili, hayvani bir şey olmalıydı. Benim taktığım isimle bu cila teorisi savaş sonrası tartışmaların hakim teması halini almıştı. İçimizin derinliklerinde biz insanlar vahşi ve ahlaksızdık. Bir dizi popüler kitap savaş, şiddet, hatta sporla kendine çıkış arayan zaptedilmez bir saldırganlık güdümüz olduğunu savunarak bu konuyu işleyip duruyordu. Bir diğer teori de saldırganlığımızın kendine has olduğuydu, kendi türünü öldüren yegane primatlar bizdik. Türümüz gerekli ketlemeleri oluşturacak zaman bulamamıştı. Bunun sonucunda kurtlar ve aslanlar gibi profesyonel yırtıcılar kadar bile kontrol altında tutamıyorduk savaşma içgüdümüzü. Feci bir mizacımız vardı ve onunla baş edecek yeterli donanımımız yoktu. Genelde insanın uyguladığı şiddetin ve özelde Holokost'un bu şekilde rasyonalize edilmeye başlandığını görmek zor değil, dönemin önde gelen sesinin Almanca konuşması da pek fayda getirmemişti. Dünyaca ünlü Avusturyalı balık ve kaz uzmanı Konrad Lorenz de saldırganlığın genlerimizde olduğunu hararetle savunuyordu. Öldürme insanlığın Kabil damgası halini almıştı. Atlantik'in karşı kıyısında benzer bir görüş Amerikalı gazeteci Robert Ardrey tarafından savunuluyordu; Ardrey Australopithecus'un avını diri diri yutan, uzuvlarını birer birer ayırıp, susuzluğunu ılık kanla gideren bir etobur olduğu tahminlerinden ilham almıştı. Birkaç kafatası kemiğinden bu sonuca atlamak epey canlı bir hayal gücü gerektiriyordu, ama Ardrey katil maymun mitini bunun üzerine kurmuştu. African Genesis te (Afrika'daki Kökenimiz) atamızı, doğanın hassas dengesini bozan, akıl hastası bir avcı olarak resmetmişti. Ardrey'nin demagojik sözleri şöyleydi: Ayağa kalkan maymunlardan doğduk biz, yere düşen meleklerden değil, hem o maymunlar da silahlı katillerdi. Şimdi neye şaşırıyoruz ki? Cinayetlerimize, katliamlarımıza, füzelerimize ve uyuşmayan düzenlerimize mi? İnanması zor ama popüler biyolojinin bir sonraki dalgası bunun da ötesine gitmeyi başardı. Ronald Reagan ve Margaret Thatcher'ın hırsın toplum için, ekonomi için ve hırs yapacak herhangi bir şeyi olanlar için iyi olduğunu vazettiği sıralarda, biyologlar da bu görüşleri destekleyen kitaplar yayımlıyordu. Richard Dawkins'in Gen Bencildiri, evrim kendini kollayanı kolladığına göre, bencilliğin, bizi aşağı çeken bir kusurdan ziyade değişimin itici gücü olarak görülmesi gerektiğini öğretiyordu bize. Hırçın maymunlar olabilirdik ama öyle olmamızın bir manası vardı ve dünya bu sayede daha iyi bir yer oluyordu. Bu tür kitapların yanıltıcı dili -her şeye kusur bulan işgüzarların boş yere dikkatleri çekmeye çalıştığı gibi- küçük bir sorun teşkil ediyordu. Başarılı özellikler geliştiren genler nüfus içinde yayılır ve böylece yerleşirler. Ama bunun için kullanılan ''bencil sıfatı bir METAFORdan öteye geçemez. Bir tepeden aşağı yuvarlandıkça üzerine daha fazla kar toplayan kartopu da gelişir ama biz genelde kartoplarına bencil demeyiz. En uç noktasına götürüldüğünde her şey bencillikten ibarettir konumu kabus gibi bir dünya yaratır. Yarattıkları şokun, yazdıkları şeyin değerini artırdığını gayet iyi bilen bu yazarlar, bizi Hobbesçu bir arenaya atarlar; bu arenada her koyun kendi bacağından asılır, insanlar sadece birbirlerini kandırmak için cömertlik yapar. Sevgi diye bir şey duyulmamıştır, duygudaşlık yoktur, iyilik de sadece yanılsamadır. O zamanların en meşhur sözü biyolog Michael Ghiselin'e aittir ve her şeyi anlatır: Bir özgecinin (fedakarın) damarlarında, riyakarın kanı akar. Neyse ki bu karanlık, sevimsiz yer sadece hayal ürünü; içinde güldüğümüz, ağladığımız, seviştiğimiz, bebekleri pışpışladığımız gerçek dünya, ona taban tabana zıt. Bu kurgunun yazarları bunun farkında ve bazen insanların içinde bulunduğu durumun, onların yazdığı kadar kötü olmadığını itiraf ediyorlar. Gen Bencildir bunun iyi bir örneği. Dawkins, genlerimizin bizim için neyin iyi olduğunu bildiğini, insanı hayatta tutan aygıtın her küçük çarkını genlerin programladığını anlatıp durduktan sonra, kitabının ta en son cümlesinde pekala bütün o genleri pencereden atabileceğimizi söyler: Dünyada kendini tekrar tekrar üreten bu bencillerin diktatörlüğüne isyan edecek tek bir tür varsa, o da biziz.
Diğer Frans De Waal Sözleri ve Alıntıları
- Ahlakın doğrudan yaratıcı Tanrı'dan geldiğine inanan birisi için evrimi kabul etmek manevi bir uçurum demektir.
Menfur bir davranışta bulunmasını engelleyen tek şey inanç sistemi olan insandan korkarım. - Bütün bildiklerimiz şunu gösteriyor ki bir hayvan ne kadar az sayıda yavru dünyaya getirirse onlara o kadar iyi bakar.
- İnsanlar sadece inanmak istedikleri için inanırlar. Bu bütün dinler için geçerlidir. İnanç, belli insanlara, hikayelere, ritüllere ve değerlere duyulan bağlılıktan çıkar. Emniyet, otorite ve ait olma arzusu gibi duygusal ihtiyaçları karşılar.
- Bilimin yaptığı en iyi şey, fikirler arasında rekabeti ateşlemektir. Bilim bir nevi doğal seçilimi teşvik eder ve bunun sonucunda sadece en geçerli fikirler ayakta kalır ve ürer.
- Darwin'in de zamanında dikkat çektiği gibi, sadece insana has yegâne ifade yüz kızarmasıdır. Diğer primatlarda böyle ani bir kızarmaya hiç rastlamadım. İnsanların elinden gelen tek şeyin başkalarını sömürmek olduğunu düşünenler için yüz kızarması herhalde çok şaşırdıkları bir evrim muammasıdır.
- Şempanzeleri ya da bonoboları izlemenin bize neyin doğru neyin yanlış olduğunu gösterebileceğine inanamıyorum, bence bilim de yapamaz bunu, ama doğayı tanımamız, nasıl ve neden birbirimize ilgi göstermeye ve ahlaki neticeler aramaya başladığımızı anlamamıza yardımcı olur. Hayatta kalmamız, başkalarıyla iyi ilişkiler içinde olmamıza, işbirliği yapan bir topluma bağlı olduğu için geliştirmişiz bu özellikleri.
- "Maymunu ormandan çıkarabilirsiniz, ama ormanı maymunun içinden çıkaramazsınız"
- Hem iyilik hem zalimlik, hem asalet hem bayağılık bir arada olabilir - bazen aynı insanda.
- Atalarımızın henüz din sahibi olmadıkları zamanlarda sosyal kurallarının olmadığına gerçekten inanan var mı? Yardıma ihtiyacı olan birine yardım etmez, haksızlıkla karşılaşınca şikayet etmezler miydi? İnsanlar, topu topu bir iki bin yıl önce çıkan mevcut dinlerden çok önce, toplumlarının nasıl işlediğine kafa yormuş olmalı. Biyologlar bu kadar kısa süreleri hiç ciddiye almaz.
- Belki sadece ben böyle düşünüyorumdur ama menfur bir davranışta bulunmasını engelleyen tek şey inanç sistemi olan insandan korkarım. Yaşanabilir bir toplum için gerekli özdenetim de dahil, bütün insanlığımızın yapımızda olduğunu neden düşünmeyelim? Atalarımızın henüz din sahibi olmadıkları zamanlarda sosyal normlarının olmadığına hakikaten inanan var mı? Yardıma ihtiyacı olan birine yardım etmez, haksızlıkla karşılaşınca şikayet etmezler miydi?