- Memeliler birbirlerinin duygularına karşı duyarlıdır ve muhtaç durumda olanlara yardım ederler. İnsanların evlerini, mesela iguanalar ve kaplumbağalarla değil de tüylü etoburlarla doldurmasının nedeni, memelilerin bir sürüngenin asla sunamayacağı bir şey sunmasıdır. Şefkat verirler, şefkat isterler ve biz nasıl onların duygularına tepki veriyorsak onlar da bizim duygularımıza tepki verirler. (...) Empati için başkalarının farkında olmak, onların ihtiyaçlarına duyarlı olmak gerekir. Muhtemelen memelilerde, annelerin yavrulara bakmasıyla başlamıştır ama kuşlarda olduğuna dair kanıtlar da vardır. Bir keresinde Avusturya'nın Grünau şehrindeki Konrad Lorenz Araştırma İstasyonu'nu ziyaret etmiştim. Burada büyük kafesler içinde kuzgunlar vardı. Gerçekten çok etkileyici kuşlar, özellikle de güçlü, kara gagaları suratınızın dibinde, omzunuza tünedikleri zaman! Bana öğrenciyken baktığım evcil cücekargaları hatırlattı. Grünau'da biliminsanları, kuzgunlar arasında aniden patlak veren kavgaları izlemişler ve kenardan seyredenlerin gerginliğe nasıl tepki verdiklerini görmüşlerdi. Kaybedenlerin arkadaşları ya onlara sokuluyor ya da gagalarıyla gagalarına dokunarak teselli ediyordu. Aynı istasyonda, Lorenz'in kaz sürüsünün torunlarına, kalp atışlarını ölçen aletler takılmıştı. Her yetişkin kazın bir eşi olduğundan, bu ölçümler empati konusunda bir fıkir veriyor. Kuşlardan biri başka bir kuşla kavgaya tutuştuğunda eşinin kalp atışları hızlanıyordu. Hatta eşi kavgaya karışmasa bile kalp atışları kavgadan endişe duyduğunu gösteriyordu. Kuşlar da birbirlerinin acılarını hissediyorlar. (...) Hem kuşlarda hem de memelilerde bir nebze olsun empati varsa, bu kapasite sürüngen atalarına kadar uzanıyor olsa gerek. Ama bütün sürüngenler değil çünkü çoğu yavrularına bakmaz. Limbik sisteme duyguların beşiği diyen Amerikalı sinirbilimci Paul MacLean'e göre, bakım davranışının en önemli işareti yavruların "kayboldum" çağrısıdır. Küçük maymunlar bunu daima yapar: Anneleri onları geride bıraktığında, dönene kadar bağırırlar. Tek başına bir ağaç dalında otururken sefil bir halleri vardır, belli birine yönelmeyen "kuu" sesleri çıkarırlar uzattıkları dudaklarıyla. MacLean yılan, kertenkele, kaplumbağa gibi çoğu sürüngende "kayboldum" seslenmesinin olmadığını tespit etmiştir. Ancak birkaç sürüngen, yavru sıkıntıda ya da tehlike altında olduğunda seslenerek anneyi yardıma çağırır. Hiç elinize bebek timsah aldınız mı? Aman dikkat çünkü epey keskin dişleri vardır ama aynı zamanda gırtlaklarından gelen bir çığlık atarlar ve bu sesi duyan anne timsah sudan uçarak çıkar. Böylece sürüngen duygularından şüphe etmek neymiş öğrenirsiniz!
- Atlanta'da, çalıştığım Emory Üniversitesi'nde, bilim ve din buluşmasına katıldım. Dalai Lama, en sevdiği konu olan şefkat üzerine bir konuşma yapıyordu. Şefkatli olmak bana hayat için mükemmel bir tavsiye gibi geldiğinden, saygıdeğer konuğumuzun mesajım canıgönülden kabul ettim. İlk tartışmacı olarak, kırmızı ve sarı kasımpatılar denizi içinde yanına oturdum. Ona hitap ederken ve ondan bahsederken "hazretleri" dememi tembih etmişlerdi ama ben her türlü hitaptan uzak durmaya çalıştım. Gezegenin en takdir edilen adamlarından biri ayakkabılarını çıkarıp sandalyesinin üzerinde bağdaş kuruyordu, başına turuncu harmanisiyle aynı renkte kocaman bir beyzbol şapkası takmıştı ve üç bini aşkın seyirci ağzının içine düşecek gibi onu dinliyordu. Sunumumdan önce, organizasyonu yapanlar, lisan-ı münasiple, kimsenin beni dinlemeye gelmediğini ve orada bulunan herkesin onun bilgeliğinin incileri için geldiğini hatırlattılar bana. (...) Bu bahsin ardından forum başka konulara doğru ilerledi, mesela hayatları boyunca şefkat üzerine yoğunlaşan Budist rahiplerin beynindeki şefkati ölçme konusuna. Wisconsin Üniversitesi'nden Richard Davidson, Tibetli rahiplerin onun sinirbilime katkıda bulunma çağrısına gülüp geçtiğini anlattı, şefkat beyinle değil kalple ilgili bir şeydi! Herkes buna bayıldı, hatta seyirciler arasındaki rahipler kahkahadan kırıldı. Ama Tibetli rahipler o kadar da haksız sayılmazdı. Davidson son zamanlarda zihinle kalp arasında bir bağlantı keşfetmişti: Şefkat meditasyonu, acı çeken insanların sesi duyulduğunda, daha hızlı bir kalp atışına sebep oluyordu.
- Amerikalı uzman Robert Yerkes'in meşhur bir fotoğrafı vardır: Kucağında şempanze sandığı iki küçük maymunla. Bonobonun bilinmediği zamanlarda çekilmiş bir fotoğraf. Yerkes bu iki maymundan birinin, bildiği bütün maymunlardan daha duyarlı ve empatik, hatta zeki olduğunu söylemişti. Ona "insansı dahi" adım takmış, 'Almost Human' (Neredeyse İnsan) kitabında bol bol bu "şempanze"den bahsetmişti; Batıya ulaşmış ilk canlı bonobolardan biriyle karşı karşıya olduğunu bilmeden. (...) Planckendael kolonisi, [bonoboların] şempanzelerle aralarındaki farkı hemen ortaya seriyor çünkü liderleri dişi. Biyolog Jeroen Stevens, uzun yıllar burada alfa dişi olan demir leydinin başka bir hayvanat bahçesine gönderilmesiyle grup içindeki atmosferin nasıl rahatladığını anlattı bana. Diğer bonoboların çoğuna, özellikle de erkeklere dehşet salmış. Yeni alfanın daha yumuşak bir karakteri var. Hayvanat bahçeleri arasında dişilerin değiş tokuş edilmesi doğal bonobo şablonuna uyan, yeni ve tavsiye edilen bir eğilim. Doğada erkek yavrular anneleriyle birlikte kalırken, kızlar başka yerlere göç eder. Senelerce hayvanat bahçeleri erkekleri başka yerlere gönderdi ve bu yüzden annelerinin yokluğunda sürekli tacize uğrayan erkekler büyük felaketler yaşadı. Bu zavallı erkekler genelde hayatlarını kurtarabilmek için hayvanat bahçelerinin misafırlere açık olmayan yerlerine çekilip yapayalnız bir hayat sürdüler. Erkekleri annelerinin yanında tutarak ve bağlarına saygı duyarak pek çok sorunun önü alınıyor. Bu da bonoboların barış meleği olmadıklarını gösteriyor. Ama ayın zamanda erkeklerin nasıl "ana kuzusu" olduklarını da gösteriyor; herkesin pek hoşuna gitmeyecek bir şey. Bazı erkekler "mızmız" erkekli anaerkil maymunlardan rahatsız oluyor. Almanya'da verdiğim bir konferanstan sonra dinleyicilerim arasında yer alan meşhur, yaşlı bir profesör: "Bu erkeklerin nesi var!" diye haykırmıştı. Antropolog ve biyologların barışçı bir primat akrabayla ilgilenmediği, şiddeti ve savaşı vurgulamakla meşgul olduğu bir dönemde bilim sahnesine çıkan bonobonun kaderidir bu. Kimse onlarla ne yapacağını bilemediğinden bonobolar hızla insan evrim edebiyatının kara koyununa dönüştü. Amerikalı bir antropolog, zaten soyları tükenmeye yüz tuttuğu için onları yok saymayı tavsiye edecek kadar ileri gitti.
- Benim bonobolardan hoşlanmamın en önemli sebebi, şempanzelerle oluşturdukları tezatm insan evrimine dair görüşümüzü zenginleştirmesi. Soyumuzun sadece erkek egemenliği ve yabancı düşmanlığıyla damgalanmadığını, huzur sevgisi ve başkalarına karşı duyarlılığın da mevcut olduğunu gösteriyorlar. Evrim hem erkek, hem dişi üzerinden yürüdüğü için, insan ilerlemesini sadece erkeklerimizin diğer homininler karşısında kazandığı zaferlerle ölçmek akıl karı değil. Hikayenin dişi tarafıyla ilgilenmek de, seksle ilgilenmek de zarar vermez. Tek bildiğimiz, diğer grupları fethetmek yerine, savaşarak değil sevişerek onlara baskın çıktığımız. Modern insanda Neanderthal DNA'sı vardır, başka hominin genleri taşıdığımızı öğrenseydim şaşırmazdım. Bu açıdan bakıldığında bonobo tarzı fazla yabancı görünmüyor. (...) Alman profesör şempanzeleri çok severdi; çünkü erkekler tek hakimdir ve sürekli mevki peşinde koşarlar,
- Tek bir yetişkin erkek şempanzenin (kamavari köpek dişleri ve dört "eli" bir yana) öyle muazzam bir kas gücü vardır ki irikıyım beş adam onu zaptedemez. İnsanların yakınında büyümüş şempanzeler bunu gayet iyi bilir. (...) Benim için maymun yüzleri de insan yüzleri gibi belirgindir, gerçi iki türün de kendi cinslerine bir yatkınlığı vardır. Sadece insanların yüz tanımakta iyi olduğu düşünülen zamanlarda bu yatkınlık görmezden gelinirdi. Maymunlar, aynı uyaranlarla insanlara da uygulanan sınavlarda, yani insan yüzleri üzerinde sınandıklarında başarılı olamamışlardı. Ben buna maymun araştırmalarında "insan merkezli önyargı" diyorum ki çoğu hatalı bilginin sorumlusu da budur. Atlanta'daki iş arkadaşlarımdan Lisa Parr, şempanzeleri kendi türlerinin portreleri üzerinden sınamak istediğinde benim Arnhem'de çektiğim yüzlerce fotoğrafı kullandı ve şempanzeler büyük başarı kaydetti. Portreleri bilgisayar ekranında gördüklerinde hangi yavruların, hangi dişilere ait olduğunu bile anladılar. Biz de ayın şekilde, bir fotoğraf albümünü karıştırdığımızda, sırf yüzlere bakarak hangi insanların aynı aileden olduklarını anlayabiliriz.
- Son birkaç binyıldaki teknik ilerlemelerin gözümüzü kör etmesine izin vermeden türümüze bakarsak etten kemikten bir mahluk görüyoruz ve beyni bir şempanzeninkinden üç kat daha büyük olsa da, yeni bir bölüm içermiyor. Hatta pek övülen alın korteksimiz bile diğer primatlarla kıyaslandığında normal bir büyüklükte. Kimse zekamızın üstünlüğünden şüphe etmiyor ama yakın akrabalarımızda da mevcut olmayan hiçbir temel isteğimiz ya da ihtiyacımız yok. Tıpkı bizim gibi maymunlar ve şebekler de iktidar peşinde koşar, cinsellikten zevk alır, emniyet ve şefkat ister, toprak için öldürür, güven ve işbirliğine değer verir. Evet, bizim bilgisayarlarımız ve uçaklarımız var ama psikolojik yapımız sosyal primatlarınkiyle aynı. (...) Birkaç yıl önce primatların kendilerine verilen bir ödevi, salatalık dilimleri karşılığında seve seve yaptığını ama başkasına tadı çok daha iyi olan üzümlerin verildiğini gördüğünde yapmayı bıraktığını tespit etmiştik. Salatalık yiyenler sinirleniyor, ellerindeki sebzeleri yere atıyor ve grev yapıyorlardı. Gayet güzel bir yiyecek, bir arkadaşlarının daha iyisini aldığını görmeleri sonucu yenemeyecek bir şeye dönüşüyordu. Buna "eşitsizlik nefreti" adını taktık ve köpekler de dahil başka hayvanlar üzerinde bu konuda incelemeler yapıldı. Köpekler bir numarayı hiçbir ödül almadan tekrar tekrar sergileyebiliyordu ama başka bir köpeğin aynı numara karşılığında sosis kazandığını görünce hemen bırakıyordu. (...) Adam Smith'in deyimiyle "övgüye layık" olma arzumuzdan nasıl faydalanıldığını düşünün. İnsanlar elalemin ne düşündüğüne o kadar önem verir ki davranışlarımızı düzeltmemiz için bir duvara yapıştırılmış bir çift göz resmi yeter. Din bunu çok uzun zaman önce anlamıştır ve kadiri mutlak Tanrı'yı sembolize etmek için her şeyi gören göz imgesini kullanır.
- Neo-ateistler kendilerine "akıllılar" diyor, böylece inananların o kadar akıllı olmadığını ima ediyorlar. Aziz Paulus'un inanmayanlar karanlıklar içinde yaşar sözünü tepetaklak ediyorlar: Sadece inanmayanlar ışığı görmüştür. Herkesi bilime güvenmeye davet ediyor ve etiği doğalcı dünya görüşü üzerine temellendiriyorlar. Din kurumları ve bu kurumların "primatları" (papalar, piskoposlar, mega-vaizler, ayetullahlar ve hahamlar) konusundaki şüphelerini ben de paylaşıyorum ama dini değerli bulan pek çok insanı aşağılamaktan nasıl bir fayda gelebilir? Asıl önemlisi, bilimin sunabileceği başka bir seçenek var mı? Bilim, hayatın anlamım açıklama ya da bize hayatımızı nasıl yaşayacağımızı söyleme gibi işlere bakmaz. (...) Biz, bilim insanları, bazı şeylerin neden böyle olduklarım, nasıl işlediklerini bulma konusunda iyiyizdir. Ben biyolojinin, maneviyatın NEDEN ŞU ANKİ HALİNDE OLDUĞUNU anlamamıza yardım ettiğine inanıyorum ama buradan çıkıp da manevi tavsiyelerde bulunmak bana haddini aşmak gibi geliyor. (...) Dünyanın her yerinde insanların, mimariden müziğe, sanattan bilime bütün kazanımları dinle kol kola gelişmiştir, ayrı değil. Bu yüzden de din olmadığında maneviyatın neye benzeyeceğini tahmin etmek imkansızdır. Bunun için asla dindar olmamış, şimdi de olmayan bir insan kültürünü ziyaret etmek gerekir. Böyle bir kültürün var olmaması bizi bir duraklatmalıdır.
- Başka primatların böyle dertleri yok kuşkusuz ama onlar bile belli bir tür toplumu sürdürmek için gayret gösteriyor. Onların davranışlarında da bizim itibar ettiğimiz değerleri görüyoruz. Mesela dişi şempanzelerin, birbiriyle kavga etmiş erkek şempanzelerin ellerinden silahlarını alıp, onları barıştırmak için zorla birbirinin yanına çekiştirdiği görülmüştür. Dahası yüksek mevkideki erkekler, topluluktaki anlaşmazlıkları çözmek için sık sık tarafsız arabulucular gibi davranır. Bu topluluğu koruma kaygısı ipuçlarını, ahlakın yapıtaşlarının insanlıktan daha eski olduğu ve şu anda bulunduğumuz yere nasıl geldiğimizi açıklamak için Tanrı fıkrine ihtiyaç duymadığımız şeklinde yorumluyorum. Öte taraftan dini toplumdan çıkartsak neler olurdu? Bilimin ve doğalcı dünya görüşünün, geriye kalacak olan boşluğu nasıl dolduracağını ve insanlara iyi olmaları için nasıl ilham vereceğini ben pek gözümde canlandıramıyorum. (...) Bir haftalık transatlantik gezimden sonra, "Tanrısız Maneviyat Olur mu?" yazıma verilen 700 kadar cevabın neredeyse hepsini okuyacak zaman buldum uçakta. Yorumların çoğu yapıcı ve destekleyici nitelikteydi, ahlakın kökeni konusunda grinin farklı tonlarına inandıklarım ifade ediyorlardı. Ama ateistler, benim maksadımı tümüyle görmezden gelerek, dine daha fazla saldırmak için yazımı fırsat bilmişlerdi. Benim için dine duyulan ihtiyacı anlamak, onu yerle bir etmekten daha önemli bir hedef. Ateizmin temel önermesi, Tanrı'nın var olmayışı, bana hiç ilginç gelmiyor. Kimsenin varlığını ya da yokluğunu kanıtlayamayacağı bir şeyin varlığı konusunda didişmekle ne kazanacağız? 2012'de Allain de Botton'ın "Ateistler için Din"inin hemen başındaki şu sözleriyle ipler iyice gerildi: "Herhangi bir din hakkında sorup sorulabilecek en sıkıcı, en kısır soru, borazan sesleriyle cennetten indirilmesi bakımından o dinin hakiki olup olmadığıdır." Yine de kimilerinin hakkında konuşabildiği tek mesele bu hala. Bu dar kafalılığa, münazara kulübündeymişiz gibi kazanmak ya da kaybetmekten başka seçeneğin olmadığı bu noktaya nasıl geldik?
- İyi bir toplum için ihtiyacımız olan tek şeyin daha fazla bilgi olduğu yanılsamasından kaynaklanıyor bu karışıklık. Ahlakın merkezi algoritmasını çözebilirsek, her şeyi güvenle bilimin ellerine bırakabileceğimizi zannediyoruz. Bilim en iyi tercihi yapmamızı garantileyecek. Bu biraz da, ünlü bir sanat eleştirmeninin çok büyük bir ressam, yemek eleştirmenininse harika bir aşçı olmasını beklemeye benziyor. Ne de olsa eleştirmenler belli ürünler üzerine derinlemesine görüşler ortaya atar. Yeterli bilgileri olduğuna göre neden işi onların yapmasını beklemiyoruz? Bir eleştirmenin uzmanlığı yaratıcılık değil, yaratım sonrası değerlendirme yapmaktır. Yaratım, sezgi, beceri ve görme gücü gerektirir. Ahlakın nasıl işlediğini anlamamıza yardımcı olsa bile bilimden ahlakı yönlendirmesini beklemek, yumurtanın tadını bilen birinden yumurtlamasını beklemek gibi olur. (...) Ahlakı bir grup değişmez ilke ya da kanun olarak görmek dinden kaynaklanır. Bu kanunları bizim için formüle edenin Tanrı mı, insan mantığı mı yoksa bilim mi olduğu o kadar önemli değildir. Bütün bu yaklaşımların ortak noktası yukarıdan aşağı yönelmesi, temel önermeleriyse insanın nasıl davranacağını bilmediği, bunu ona birinin öğretmesinin gerekli olduğudur. Peki ya ahlak günlük sosyal etkileşimle ortaya çıkıyor, soyut bir zihinsel seviyede yaratılmıyorsa? Ya ahlak, bilimin çok sevdiği düzenli sınıflandırmaların ıskaladığı DUYGULARDAN temelleniyorsa?
- Düşüncelerimi, insan zihninin işleyişine, içgüdüsel tepkilerin uslamlamadan önce gelmesine ve evrimin davranış üretmesine dayandırıyorum. Sosyal hayvan geçmişimizi tanımak ve bu geçmişin birbirimize karşı davranışlarımızda bizde ne gibi eğilimler yarattığını bilmek iyi bir başlangıç noktası olacaktır. En militan ateistlerin bile kendilerini yarı-dini ahlaktan koparamadığı, siyah cüppeli papazlığın yerini beyaz ceketli papazlık alsa dünyanın daha iyi bir yer olacağını düşündüğü bir dönemde, bu görüş ilgiyi hak ediyor.