- Amos da durumunu ölmeden bir gün önce açığa vurmuştu; onu bulduğumuzda gece kafeslerinden birinde bir çuvalın üzerine oturmuş, dakikada altmış kere nefes alıyor, yüzünden terler döküyordu, diğer şempanzelerse güneşe çıkmıştı. Amos dışarı çıkmayı reddettiği için veteriner muayene edene kadar onu diğerlerinden ayn tuttuk. Diğer şempanzeler onu yoklamak için içeri gelip durduğundan, teması engellemek için Amos'un arkasında oturduğu kapıyı kilitledik. Amos kapıdaki açıklığın yanına yerleşti ve Daisy adındaki dişi usulca başını elleri arasına alıp, kulağının arkasındaki yumuşak yeri tımar etmeye başladı. Sonra açıklıktan içeri bol bol talaş attı. Şempanzeler bu talaşlarla yuva yapmayı severler. Etraflarına bolca talaş toplayıp üzerinde uyurlar. Daisy, Amos'a talaşları verdikten sonra başka bir erkek de içeri talaş attı. Amos sırtını duvara dayamış talaşla bir şey yapmadan oturduğu için Daisy defalarca içeri uzanıp, talaşı duvarla Amos'un sırtı arasına doldurdu. Bu dikkat çekiciydi. Daisy'nin, Amos'un rahatsız olduğunu ve tıpkı bizim hastanedeki bir hastanın arkasına yastık koymamız gibi, yumuşak bir şeye yaslanırsa kendini daha iyi hissedeceğini bildiğini göstermiyor muydu? Daisy muhtemelen kendisinin talaşa yaslandığında nasıl hissettiğini düşünerek böyle bir çıkarımda bulunmuştu; hatta aramızda ona "talaş manyağı" derdik (talaşı paylaşmak yerine genelde hepsini kendine almaya çalışırdı). Maymunların, özellikle arkadaşlarının başı dertte olduğunda, kendilerini başkalarının yerine koyabildiğine inanıyorum.
- Popüler yazarlar, şempanzelerin hayatının ya Hobbesçu terimlerle, vahşi ve saldırgan taraflarını ya da dostane taraflarını vurgulayarak anlatırlar. Ama aslında bu ikisinden biri asla ön plana çıkmaz. İkisi daima bir aradadır. Şempanzelerin zaman zaman birbirlerini öldürdüğünü bilen insanlar, onların nasıl empatik addedildiğini sorduklarında, aynı ölçülerle değerlendirirsek insan empatisi mefhumunu da tümüyle rafa kaldırmak gerekmez mi, diye cevap veririm. Bu ikilik çok önemlidir. Hepimiz çok iyi olsak ahlak gereksiz olurdu. Bütün insanlar sürekli birbirine hoşgörüyle yaklaşsa, kimse asla hırsızlık yapmasa, kimseyi sırtından bıçaklamasa, başkasının karısını baştan çıkarmasa tasalanacak ne kalırdı? Böyle olmadığımız çok açık ve bu da ahlaki kurallara neden ihtiyaç duyduğumuzu açıklıyor. Öte taraftan başkalarına karşı saygı ve özeni teşvik eden zilyon tane kural koysak, o yöne doğru doğal bir meylimiz olmasa hiçbir işe yaramazdı. Cam bir tabağın içine atılmış tohumlar gibi olurlardı: Hiçbiri köklenmezdi. Doğruyla yanlışı ayırmamızı sağlayan şey, hem iyi hem kötü olabilme becerimizdir.
- Haldane, evrimi "genin gözünden" yorumlamanın başlıca mimarlarındandır. Genlerin bakış açısından, özgecilik özel bir anlam kazanır. Birisi bir akrabasını kurtarmak için kendi hayatını kaybetse bile, onunla ortak genleri yaşamaya devam edecektir. Bu yüzden de akrabaya yardım etmek, kendine yardım etmektir. (...) Empati daha ziyade memelilere ait bir özelliktir. Bu yüzden de büyük düşünürlerin her türlü özgeciliği bir sayması hatayı derinleştirmiştir. Arılar kovanları için ölürler; milyonlarca balçık küfü hücresi, aralarından sadece birkaçının üremesine izin veren, sümüklü böcek gibi dev bir organizma inşa eder. Bu tür fedakarlıklar, bir insanın yabancı birini kurtarmak için buz gibi bir nehre atlamasıyla ya da bir şempanzenin ağlayan bir öksüzle yemeğini paylaşmasıyla aynı seviyede görülmüştür. Evrim açısından bakıldığında bu iki türlü yardım birbiriyle kıyaslanabilir ama psikolojik açıdan çok büyük farkları vardır. Balçık küflerinin bizim gibi güdüleri var mı ki? Ya arılar bir işgalciyi soktuklarında, özgeciliğe yakıştırdığımız iyicil güdülerle değil de saldırganlıkla harekete geçmiyorlar mı? Memelilerde benim "özgeci itki" dediğim bir itki vardır ve bu sayede başkalarının sıkıntısına tepki verir, onların durumunu iyileştirme ihtiyacı duyarlar. Başkalarının ihtiyaçlarını fark etmek ve buna gerektiği gibi tepki vermek, gerçekten de kendini genetik uğruna feda etme yönünde önceden programlanmış bir eğilimle aynı şey değildir.
- İnsanları, "esasen iyi ama kötülüğe muktedir" görmek de, "esasen kötü ama iyiliğe muktedir" görmek de mümkün. Ben birinci gruptanım ama literatür sadece olumsuz tarafı vurguluyordu. Hatta olumlu eğilimlere bile sanki sorunluymuşlar gibi isim takılıyordu. Hayvanlar ve insanlar ailelerini mi seviyor? Hadi buna "kayırma" diyelim. Şempanzeler kendi elleriyle arkadaşlarına yemek mi yediriyor? Hadi buna "araklama" ve "otlakçılık" diyelim. Hakim yaklaşım iyiliğe karşı şüphe doluydu. (...) Sonra mesela, en aşın uçta konumlanan Amerikalı evrim biyoloğu George Williams var. Doğanın ne kadar "aşağılık" olduğuna dair karanlık bir değerlendirme yaptıktan sonra, Huxley'in yaptığı gibi doğaya "gayri ahlaki" ya da "ahlaken kayıtsız" demenin yeterli olmayacağını buyurmuştu. Doğayı "büyük ahlaksızlık"la suçlamış, böylece evrim sürecine ahlaki faillik yakıştıran ilk ve umuyorum tek biyolog olmuştu. (...) Darwin, ahlakı evrim süreciyle ilişkilendirmekte ve insanın iyilik eğilimini teslim etmekte hiç zorlanmamıştı. Benim için en ilginç olanı, başka hayvanlarla insan arasında duygusal bir devamlılık görmüş olmasıydı. Huxley için hayvanlar akılsız otomatlardı ama Darwin hayvanların duygularına, sempati duyma becerilerine dair koca bir kitap yazmıştı.
- Çoğu biyolog gibi, hiçbir hoşluğu olmayan doğal seçilim süreciyle, onun geniş bir eğilimler yelpazesini içeren çok sayıda ürünü arasına sınır çekmişti. Nahoş bir sürecin illaki nahoş sonuçlar doğuracağı fıkrine karşı çıkmıştı. Bunun aksini düşünmeye ben "Beethoven hatası" diyorum; çünkü Ludwig van Beethoven'in müziğini, nerede ve nasıl bestelendiğine bakarak değerlendirmeye benziyor. Maestronun Viyana'daki evi, çöp ve boşaltılmamış oturaklarla dolu, dağınık, leş gibi gibi kokan bir domuz ahırıydı. Tabii ki kimse Beethoven'in müziğini bu bilgiye göre değerlendirmiyor. Aynı şekilde genetik evrim, ölüm ve yıkım üzerinden ilerlese de, bu durum, yarattığı harikaların üzerine leke düşürmez.
- Ahlak ince bir cila değil, içeriden gelen bir şey. Başka hayvanlarda bulunan pek çok paralel örnekle de desteklendiği üzere, biyolojimizin bir parçası.
- Yine de bütün bunlar koskoca bir hata olabilir. İyilik, yanlış yerde, yanlış zamanda meydana gelen uyumsuz bir davranış olabilir. Ölmekte olan Amos'la ilgilenen Daisy'yi düşünün ya da insanların iflah olmaz hastalara nasıl baktığını. Buna ne gerek var? (...) Daisy, annem ve başkalarıyla ilgilenen milyonlarca kişi evrim dogmasından sapar, bu yüzden de kendimiz için iyi olandan çok daha iyi olmamıza neden olan "gen ıskalaması"ndan bahsedilir. Bu söylemlere kanmamak lazım. Bir genetik kavramı olarak ıskalayan genlerden bahsedilmemesinin nedeni, genlerin hiçbir şey bilmeyen hiçbir maksat gütmeyen küçük DNA parçaları olmasıdır. Yarattıkları etkiyi kafalarında hiçbir hedef olmadan yaratırlar, bu yüzden de hata yapmaları imkansızdır. Coşkun özgecilik için hayırlı bir kaza demek daha uygun olurdu ama uzmanların pek azı kutlama havasında. Özgeciliğin bencil kökenlerine dair muhteşem bir kuram, adeta hakikatler tarafından mahvedildiği için hep acı mesajlar veriyorlar. "Modem hayattaki hemen hemen her şeyin, gen bakış açısından bir hata olduğundan" şikayet ediyorlar ama bu durumun kuramlarını geçersiz kıldığı gibi bir sonuç çıkarmıyorlar. Tsunami ya da deprem felaketine uğramış uzak memleketlere para göndermek hata. Tanımadığın insanlara kan bağışlamak hata. Fakirlere yemek dağıtmak hata, yaşlı bir kadının kapısının önündeki karı küremek hata, bütün paranı evlat edindiğin çocuğa akıtmak hata. Bu sonuncusu, kendi genlerini taşımayan çocukların bir kıymeti harbiyesi olmadığı hakikatinden bihaber binlerce ailenin yıllar yılı yaptığı anlaşılmaz bir hata. Aileler, onlara geri ödeme imkanı olmayan evcil hayvanlara olağanüstü bakım sağlayarak aynı hatayı tekrarlıyorlar. Bir yabancıyı tehlikeye karşı uyarmak, lokantada birine paltosunu unuttuğunu göstermek, arabası bozulmuş birini yoldan almak da hata. İnsan hayatı irili ufaklı bir dolu hataya boğulmuş. Aynı şey diğer primatlar için de geçerli.
- En maliyetli yatırım olan, akrabalık bağı olmaksızın bir yavruyu evlat edinme vakası da rastlanmadık şey değildir. Hem bekleneceği üzere sadece dişilerde de değil. Fildişi Sahili'nden Christophe Boesch'un kısa süre önce yayımlanan raporunda, geçmiş otuz yıl içinde en az on yabani şempanzenin, annesini kaybetmiş yavruları evlat edindiği anlatılıyor. (...) Bu üvey babalar, emzirmek dışında, annelerin yavruları için aldıkları bütün yükü almış, öksüzlerin hayatta kalma şansını yükseltmişlerdi. DNA örneklerine bakılırsa bu erkeklerin, evlatlıklarıyla ille de kan bağı yoktu. (...) Şempanzelerin de hata yaptığı sonucuna varmak yerine bu normatif dilden ve genlerimize boyun eğmek üzere dünyaya geldiğimiz imasından uzaklaşalım daha iyi. Neden bir özelliğin kökeniyle şimdiki kullanımı arasında bağ olmadığını kabul etmiyoruz? Ağaç kurbağaları yapraklara tutunabilmek için vantuzlu parmaklar geliştirmiştir ama bunları tuvalette hayatta kalmak için de kullanabilirler. Primat elleri, dalları kavrayacak şekilde evrimleşmiştir ama ben onlarla piyano çalarım, bebek maymunlar da annelerine tutunur. Çoğu özellik belli bir amaç için evrimleşmiş ama zamanla başka amaçlara da hizmet etmeye başlamıştır. Bir piyanonun üzerinde kayan parmaklara kimsenin "hata" dediğini duymadım, madem öyle bu dili neden özgecilik için kullanalım?
- Nietzsche, ahlakın kökeniyle yakından ilgiliydi ve bir şeyin ortaya çıkışının (ister bir organ, ister hukuki bir kurum, ister dini bir ritüel olsun) sonradan edindiği maksatlarla karıştırılmaması gerektiği konusunda ikazda bulunmuştu: "Bir şekilde ortaya çıkmış, var olan her şey sürekli yeniden yorumlanır, yeniden şekillendirilir, dönüştürülür ve yeni bir maksada yönelir. " Bu düşünce, bize bir şeyin tarihini, olası uygulamalarıyla kıyaslamamayı öğreten, özgürleştirici bir düşüncedir. Bilgisayarlar ilk başta hesap makinesi olarak düşünülmüş olsa da, bu onlarla oyun oynamamıza engel değildir. Cinsellik üreme için evrimleşmiş olsa bile, herkes onu zevk için kullanmakta (bir noktaya kadar) özgürdür. Belli özelliklerin, hangi maksat için gelişmişlerse, her seferinde, mutlaka ona hizmet etmeleri gerektiğini söyleyen bir yasa yoktur. Aynı şey empati ve özgecilik için de geçerlidir, bu yüzden de "hata" kelimesi yerine "potansiyel" kelimesini koymamız gerekir. Karaya vurmuş bir balinayla empati kurmamın ve onu okyanusa geri döndürme çabalarına katılmamın önünde kimse duramaz. Halbuki insan empatisi kuşkusuz balinalar için ortaya çıkmamıştır. Benim yaptığım, doğuştan gelen empati kapasitemi bütün potansiyeliyle kullanmaktır sadece.
- İlk insanlar Afrika'dan çıktıklarında, kuzeyde çeyrek milyon yıldır yaşayan yakın akrabalarıyla karşılaştılar. Bu akrabalar dondurucu soğuklara onlardan çok daha iyi uyum sağlamıştı. Neyse ki kuzeylilere aşık olmuşuz. Erkekler Neanderthal kadınları çekici bulmuş olmalı, kadınlar Neanderthal erkeklere vurulmuş olmalı, zira türümüzün Afrikalı olmayan üyelerinin %4 DNA'sı Neanderthallerden geliyor. Bu çapraz eşleşme muhtemelen bağışıklık sistemimizi fazlasıyla güçlendirdi. (...) Kuzeyli kardeşlerimiz ölülerini gömerlerdi, alet yapımında ustaydılar, ateş yakar, erken insanlar gibi cılız türlere kol kanat gererlerdi. Fosil kayıtları, cüce, felç ya da çiğneme bozukluğu olan bireylerin erişkin yaşa gelene kadar hayatta kaldığını gösteriyor. Shanidar 1, Romito 2, Windoverlı Oğlan, La Chapelle-Aux-Saints'in İhtiyarı gibi tuhaf isimlerle anılan bu bireyler, atalarımızın topluma fazla katkıda bulunmayan bireyleri desteklediğini gösteriyor. Zayıfların, sakatların, zeka geriliği olanların ve yük gibi görülen başkalarının hayatta kalması, paleontologlar tarafından şefkatin evriminde bir kilometre taşı addediliyor. Bu toplulukçu miras, bu kitabın temasıyla yakından ilintili çünkü ahlakın, mevcut medeniyetlerden ve dinlerden en az yüz bin yıl önce geliştiğini gösteriyor. (...) Geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısında okul kitaplarındaki evrim ağaçları, gururla, insan dalının 25 milyon yıldır kendi başına gelişmekte olduğunu gösteriyordu. En yakın akrabalarımız dört büyük maymun türüdür (şempanzeler, bonobolar, goriller ve orangutanlar), ayrıca küçük maymunlar tabir edilen, gibonlar ve siamanglar da vardır. Primat sınıfındaki iki yüz maymun ve prosimianla karşılaştırıldığında pek küçük bir ailedir bu. Kuyrukları ve çıkık burunlarıyla şebekler, maymunlara nazaran bize daha uzaktır. Belki Carl Linnaeus'un, insana kendine has Homo sınıfını tayin ettiğinde öngörmüş olabileceği gibi, bizi diğer bütün primatlardan ayıran bu yaşlı ağaç pek kalıcı olmayacaktı. Rivayete bakılırsa İsveçli taksonomist özel konumumuz konusunda şüphe taşıyordu ama Vatikan'la başını derde sokmamayı tercih etmişti. Üç asır sonra kan proteinleri ve DNA analizleri, o zamana kadar kullanılan anatomik kıyaslamalara nazaran daha güvenilir bir kıyaslama yöntemi sundu. Yeni veriler bizi şebeklerden ayırıp, küt diye maymunların ortasına yerleştirdi. Bu büyük bir şoktu ama insanların kendi vurgulamak istedikleri özellikleri seçmesi sorununu saf dışı bırakan DNA'ya karşı çıkmak zor. İki ayak üzerinde yürümenin çok büyük marifet olduğunu düşünebiliriz ama tablonun geneline bakıldığında pek de öyle değil. Tavuklar da iki ayak üzerinde yürüyor. DNA kıyaslamaları insan önyargılarını çürütüyor. DNA kökenli bir ağaçta, insanlık pek çok dal arasında sadece küçük bir dalı işgal ediyor, o da maymunlardan 6 milyon yıl kadar önce ayrılmış. Yolun sonlarına doğru (Neanderthallerle olduğu gibi) çapraz döllenme türümüzün başarısına başarı kattıysa, aynı şey başlangıç için de geçerli olabilir. İnsan ve maymun DNA'sı erken hibritleşme sergiliyor. Atalarımız ayrıldıktan sonra, tıpkı şimdi boz ayıların kutup ayılarına, kurtların çakallara yaklaşması gibi, bizimkiler de maymunlara yaklaşmaya devam ettiler. Bazı paleontologlar, bir milyon yılı aşkın süre atalarımızın dört ayak üzerinde yürüyen maymunlarla çiftleşmesini muhtemel görmüyor ama benim bildiğim kadarıyla iş çiftleşmeye geldiğinde, kimin nasıl yürüdüğünün pek önemi yoktur.