- Baskın şempanzeler kavgaları ayırmak için genelde ya zayıfı desteklerler ya da tarafsızca araya girerler. Bütün tüylerini dikip, kavgacılar bağırmayı kesene kadar ikisinin arasında dururlar; hücum ederek onları dağıtırlar; ya da birbirine kilitlenmiş kavgacıları elleriyle çeke çeke basbayağı ayırırlar. Bunu yaparken asıl amaçları taraflardan birini desteklemek değil, düşmanlığa bir son vermek gibi görünmektedir. Mesela tanıdığım en aklı başında lider olan Luit, alfa rütbesi aldıktan topu topu birkaç hafta sonra "kontrol rolü" diye bilinen şeyi üstlenmişti. İki dişi arasındaki kavga çığrından çıkmış, ortalıkta tüyler uçuşmaya başlamıştı. Bir sürü maymun koşup arbedeye katılmıştı. Bağırışıp dövüşen koca bir maymun yumağı kumun üzerinde yuvarlanıyordu, ta ki Luit içine dalıp döve döve hepsini ayırana kadar. Luit diğerleri gibi taraf tutmamıştı. Dövüşmeye kim devam ediyorsa ona bir tane ekleştirmişti. Maymunların akrabalarını, arkadaşlarını ve müttefiklerini kolladığı düşünülebilir. Maymun toplumunun çoğu üyesi için doğrudur bu, ama denetimi elinde bulunduran erkek farklı kurallara göre davranır. Luit, alfa olarak kendini çatışan tarafların üzerine yerleştirmişti; müdahaleleri arkadaşlarına yardım etmekten ziyade barışı tekrar tesis etmeye yönelikti. Luit'in, çatışmalarda belli bireylerden yana devreye girmesi, onlarla oturup birbirlerini tımar ettikleri zamana göre belirlenmiyordu. Tek tarafsız şempanzeydi, bu da bir hakem olarak görevini, sosyal tercihlerinden ayırdığı anlamına geliyordu. Bir topluluk her müstakbel hakemin otoritesini kabul etmez. Nikkie'yle Yeroen, Arnhem kolanisini takım halinde yönetirken, anlaşmazlık çıktığında Nikkie müdahale etmeye çalışırdı. Ancak çoğunlukla, sonunda şiddet gören kendisi olurdu. Özellikle yaşça büyük dişiler, gelip kafalarına vurmasını kabul etmezlerdi. Bunun bir sebebi Nikkie'nin tarafsızlıktan uzaklığı olabilir: Kavgayı kim başlatırsa başlatsın kendi arkadaşlarının tarafını tutardı. Halbuki Yeroen'in barıştırma çabaları daima kabul görürdü. İhtiyar erkek, zamanla kontrol rolünü genç ortağının elinden almıştı. Bir kavga çıktığında Nikkie hiç yerinden kımıldamaya zahmet etmiyor, vakanın hallini Yeroen'e bırakıyordu.
- Erkek fiziksel olarak düşüşe geçtiği anda oyunlar oynamaya, genç erkeklerden bazen birinin bazen diğerinin tarafını tutmaya başlar, böylece kendini herkesin başarısında anahtar konuma getinneye çalışır. Zayıflığını güce dönüştürür. İnsan siyasetindeki tecrübeli devlet adamlarını hatırlatır bu: hızlı zamanlarını geride bırakmış Dick Cheney'leri, Ted Kennedy'leri, en yüksek mevkiye kendileri çıkma hırsından vazgeçseler de herkesin danışmak için akın akın geldiği adamları. Sadece kendi kariyerlerine odaklandıkları için genç adamlardan o kadar faydalı danışmanlar çıkmaz. (...) Yeroen, Nikkie'yi iktidara getirmekle, kendisi için nüfuzlu bir rol biçmişti. Ancak Luit'in ölümüyle ağırlığı ortadan kalktı. Birdenbire Nikkie'nin ihtiyar erkeğe ihtiyacı kalmamıştı. Artık kendi kendine patron olabilecekti, en azından öyle sanıyordu. Halbuki ben Amerika'ya gittikten kısa süre sonra Yeroen, daha genç bir erkek olan Dandy'yle bağ kurmaya başladı. Seneler sürse de Dandy sonunda Nikkie'nin liderliğine meydan okudu. Bu sırada doğan gerilim Nikkie'yi çaresiz bir kaçma eylemine sürükledi. Adanın etrafındaki hendeğin karşı tarafına geçmeye çalışırken boğuldu. Yerel gazete bunun intihar olduğunu iddia etmişti ama bana göre ölümle sonuçlanan bir panik ataktı. Bu, Yeroen'den kaynaklanan ikinci ölüm olduğundan, bu kumpasçı erkeğe ne zaman baksam bir katil gördüğümü itiraf etmek zorundayım. (...) Bilinçli olsun olmasın, sosyal üstünlük daima zihinlerimizdedir. Toplumsal konumumuzu netleştirmek istediğimizde, dudaklarımızı gerip dişlerimizi göstermek gibi tipik primat yüz ifadeleri sergileriz. İnsan gülüşü bir yatıştırma işaretinden türemiştir, kadınların erkeklere nazaran daha fazla gülmesinin sebebi de budur. Davranışlanınız, en dostça haliyle bile, binlerce şekilde saldırganlık olasılığının ipuçlarını verir. Başka insanların alanına girdiğimizde çiçek ya da şarap götürürüz, birbirimizi selamlarken elimizi açıp sallarız, bu hareketin kaynağının elinde silah olmadığını göstermek olduğu düşünülür. Hiyerarşilerimizi biçimselliğe dökeriz -beden duruşuyla, ses tonuyla- öyle ki deneyimli bir gözlemci, bir-iki dakikada kimin yukarıda kimin aşağıda olduğunu anlar. "Kıç yalama", "yerlere kapanma" ve "göğsünü dövme" gibi insan davranışlarından bahsederiz; benim çalışma alanımda resmen tanınmış davranış kategorileridir bunlar, hiyerarşilerin fiziksel olarak daha fazla dışa vurulduğu bir maziyi akla getirir.
- Primatlar barışmayı küçük yaşta öğrenir. Bağlılıkla ilişkili her şeyde olduğu gibi, barışma da anne-bebek bağıyla başlar. Memeden kesme sırasında anne, bebeği memelerinden uzaklaştırır, yine de yavru itiraz ederek bağırdığında geri dönmesine izin verir. Ret ve kabul arasındaki mesafe, bebeğin yaşıyla birlikte açılır ve çatışmalar bayağı büyük hadiselere dönüşür. Anneyle yavru, bu savaş meydanına farklı silahlarla çıkar. Anne daha güçlüdür, yavrununsa çok gelişmiş bir gırtlağı vardır (küçük bir şempanze çok sayıda çocuğun sesini kolayca bastırabilir) ve aynı ölçüde gelişmiş şantaj taktikleri. Yavru anneyi, dudak bükmek ve mızıldanmak gibi mutsuzluk işaretleriyle kandırmaya çalışır; bütün yöntemler başarısız olursa öyle bir sinir krizi geçirir ki en hararetli noktasında kendi çığlıklarından boğulacak gibi olur ya da annesinin ayakları dibine kusar. En büyük tehdit budur: annenin yaptığı yatırımın tam manasıyla ziyan olması. Doğadaki annelerden birinin böylesi bir sinir krizine tepkisi, bir ağacın tepesine tırmanıp oğlunu aşağı atmak olmuştu. Daha doğrusu atacakmış gibi yapmak çünkü son anda bileğinden tutmuştu. Küçük erkek yavru, on beş saniye kadar, deli gibi bağırarak tepe aşağı asılı durmuş, sonra annesi onu tekrar yukarı çekmişti. O gün başka sinir krizi gözlenmedi. Hayret verici tavizler gördüm, annesinin alt dudağını emen bir yavru gibi. Beş yaşında, memeden çoktan kesilmiş olan yavru, meme yerine dudağı ikame etmişti. Bir başka yavru, başını annesinin koltuğunun altından memesinin yakınlarına uzatıyor, oradaki bir et kıvrımını emiyordu. Bu tavizler sadece birkaç ay sürer, ardından yavru katı besinlere geçer. Sütten kesme çatışması, hayatta kalmak için büyük ihtiyaç duyulan bir sosyal partnerle, hayatta yapılan ilk pazarlıktır. Bütün gerekli malzemeyi içerir: çatışan çıkarlar, örtüşen çıkarlar ve bir nevi tavizle son bulan olumlu ve olumsuz karşılaşmalar döngüsü. Uyuşmazlığa rağmen anneyle her şeyden önemli olan o bağı muhafaza etmek, sonraki çatışma çözümlerine zemin oluşturur.
- Primatlardaki uzlaşmaya dair, kendi türümüze göre çok daha fazla şey bildiğimizi söyleyerek dinleyicilerime serzenişte bulunmuştum. Şimdi de durum farklı değil. Psikologlar, kabadayılık gibi, anormal ya da sorunlu davranışlara odaklanma eğiliminde, bu yüzden de çatışmanın azaltılması ya da giderilmesinin kendiliğinden, normal yolları üzerine hayret verici ölçüde az şey biliyoruz. Odadaki bilimcilerden biri, bu acıklı durumu savunurken, insan uzlaşmasının, eğitim ve kültürden etkilendiği için, maymunlara nazaran çok daha karmaşık olduğunu öne sürdü. Diğer primatlarda bunun sadece içgüdü olduğunu söyledi. O "içgüdü" kelimesi zihnimde yer etti. Doğuştan gelme, saf davranış diye bir şeyi bulmak imkansız olduğundan, artık bu kelimenin ne manaya geldiğini pek bilemiyorum. İnsanlar gibi diğer primatlar da ağır gelişir; sosyal dokusu da dahil, içinde bulundukIarı ortamdan etkilenebilecekleri uzun yıllar vardır önlerinde. Aslında primatların birbirlerinden türlü davranış ve beceriler edindiğini, bu yüzden de aynı türün farklı gruplarının çok farklı davranabildiğini biliyoruz. Primatologların, "kültürel" çeşitlilik lafını daha sık etmeye başlamasına şaşmamalı. Bu çeşitliliğin çoğu, alet kullanımı ve yeme alışkanlıklarıyla ilgilidir; şempanzelerin taşla fındık kırması ya da Japon şebeklerinin okyanusta patates yıkaması gibi. Ama sosyal kültür de başlı başına bir olasılıktır. (...) Psikologlarla yaptığım tartışma bende bir fikir uyandırdı. İki farklı makak türünün yavrularını beş ay boyunca bir araya getirdim. Kavgacı rhesus şebekleri, çok daha hoşgörülü ve rahat kısakuyruk şebekleriyle aynı yere kondu. Kavgadan sonra, kısakuyruk şebekleri kıç tutma töreni tabir edilen bir hareketle birbirlerinin kalçalarını tutarak uzlaşır. Şaşırtıcı bir biçimde rhesus şebekleri ilk başta çok korktular. Kısakuyruklar hem onlardan biraz daha büyüktü, hem de nazik mizaçiarı altında bir sertlik sezmiş olmalılardı. Rhesuslar ürkek bir öbek halinde odanın tavanında asılı dururken, kısakuyruklar sükunetle yeni ortamlarını incelediler. Birkaç dakika sonra, halen aynı rahatsız konumda duran bir-iki rhesus, sert homurtularla kısakuyrukları tehdit etmeye kalkıştı. Bu bir sınavsa, onları bir sürpriz bekliyordu. Baskın bir rhesus şebeği bu meydan okumaya büyük bir kararlılıkla karşılık vereceği halde, kısakuyruklar hiç oralı olmadı. Kafalarını kaldırıp bakmadılar bile. Rhesus şebekleri, ilk olarak, konumlarını sürekli ilan etme ihtiyacı duymayan baskın türdeşleriyle birlikteydi. Araştırma esnasında, rhesuslar bu dersi binlerce kez tekrar tekrar öğrendiler ve nazik diktatörleriyle sık sık uzlaşmaya gittiler. Fiziksel saldırganlık çok nadirdi ve atmosfer rahattı. Beş ayın sonunda, yavrular birlikte oynuyor, birbirini tımar ediyor ve karışık gruplar halinde uyuyorlardı. Daha önemlisi, rhesus şebekleri, daha hoşgörülü grup arkadaşlarıyla boy ölçüşecek bir barışma becerisi geliştirmişti. Deneyin sonunda türleri ayırdığımızda, rhesus şebekleri kavgalardan sonra, kendi türlerine nazaran üç kat daha fazla dostça birleşme ve tımar etme eğilimi göstermeye devam etti. Aramızda espri yaparak, "Yeni, Geliştirilmiş" rhesus şebekleri diyorduk onlara. Bu deney, barışmanın bir içgüdüden ziyade edinilen bir sosyal beceri olduğunu gösterdi. Sosyal kültürün bir parçasıydı.
- Rhesus şebekleri gibi, zeytin babunlarının da gaddar bir şöhretleri vardır. "Çiçek gücü" yolunda ilerleyecek primatlardan değillerdir ama Kenya'daki Masai Mara'da bir babun bölüğü tam da bunu yaptı. Amerikalı primatolog Robert Sapolsky'nin incelediği bir grubun erkekleri, her gün yakınlardaki bir turistik tesisin çöplüğüne gitmek için başka bir grubun bölgesinden dövüşe dövüşe geçiyorlarmış. Sadece en iri ve haşin erkekler bunu başarabiliyormuş. Dövüşmeye değecek bir bolluk varmış çöplükte, ta ki öküz veremi mikrobu taşıyan etlerin çöpe atıldığı güne kadar. Etten yiyen bütün babunlar ölmüş. Böylece incelenen grup pek çok erkeğini kaybetmiş, hem öyle sıradan erkekler de değil, en saldırgan olanları. Sonuçta grup, haşin babun dünyasında, olmayacak bir uyum ve barış vahası halini almış aniden. Bu olay tek başına o kadar da şaşırtıcı değil. Kabadayılar silinip gittikten sonra gruptaki şiddet olayları doğal olarak azalmıştır. İşin ilginç tarafı bu şablonun on yıl boyunca sürdüğünün keşfedilmesi; hem de ilk baştaki erkeklerin hiçbiri ortalıkta olmadığı halde. Babun erkekleri ergenlikten sonra göç eder, dolayısıyla gruplara sürekli yeni, genç erkekler katılır. Yani erkekler tümüyle değiştiği halde bu grup pasifizmini, hoşgörüsünü, artan tımar sayısını, istisnai düşük stres seviyesini muhafaza etmiş. Bu geleneğin nasıl korunduğu bilinmiyor. Dişi babunlar ömürleri boyunca aynı grupta kalıyor, yani muhtemelen işin anahtarı onların davranışlarında. Belki yeni erkekleri kabul ederken seçici davrandılar ya da erkekleri daha fazla tımar edip rahatlatarak ilk yılların rahat atmosferini korudular. Cevabı bilmiyoruz ama bu doğal deneyin iki temel sonucu gayet açık: Doğada gözlenen davranışlar kültürün neticesi olabilir ve en vahşi primatların bile sonsuza kadar öyle kalması gerekmez. Belki bu bizim için de geçerlidir.
- Kızlarla erkeklerin sürtüşme şekilleri de farklı. Diyelim ki A, B'nin yanına gidiyor, bunun üzerine B arkasını dönüp A yokmuş gibi davranıyor. Oğlanlar buna kavga der mi sizce? Hemen başka bir şeyle ilgilenmeye başlarlar. Halbuki iki kız için böyle bir karşılaşma bitirici olabilir. Saatler, günler boyu sürebilir etkileri. Okul bahçesindeki kavgaları sayan bir Finli araştırma ekibi, kızlar arasında oğlanlara nazaran daha az vaka tespit etmiş. Zaten bekledikleri de buymuş ama gün bitip de çocuklara tek tek kavga edip etmedikleri sorulduğunda, kızlarla oğlanlar arasındaki rakamlar üç aşağı beş yukarı eşitlenmiş. Kızlar arasındaki saldırganlık çıplak gözle zor görülür. (...) Böyle incelikli saldırganlık, Finli araştırmacıların da kaydettiği üzre, kolay kolay unutulmaz. Kızlar arasındaki anlaşmazlıkların oğlanlara nazaran çok daha uzun sürdüğü sonucuna varmışlar. Birbirlerine olan kızgınlıklarının ne kadar süreceği sorulduğunda oğlanlar, saatler ya da günler üzerinden düşünürken kızlar hayatlarının sonuna kadar kızgın kalabileceklerini söylemiş! Hınç gütmek tüketici ilişkiler yaratıyor; kadın takımından erkek takımına geçen bir yüzme antrenörü de bu açıklamayı yapmış. Karşı cinsle çalışmanın daha az gerilimli olduğunu söylemiş. İki genç kadının sezon başında kavga etmesi halinde, senenin geri kalanında bunun üstesinden gelmelerinin küçük bir olasılık olduğunu söylemiş. Kavga günbegün bir yara gibi işleyerek takımdaki dayanışma ruhunu bozuyormuş. Öte yandan genç erkekler habire kavga ediyorlarmış. Ama akşamleyin birlikte bira içmeye gidebiliyor, ertesi gün de kavgayı neredeyse tümüyle unutuyorlarmış. (...) Oğlanlarla erkekler için, rekabet ve husumet, iyi ilişkilerin önünde engel değil. "Hiç Anlamıyorsun" adlı kitabında, dilbilimci Deborah Tannen erkekler arasında düşmanca atışmaları, dostça sohbetlerin takip edebildiğini belirtiyor. Erkekler çatışmayı, mevkilerini tartmak için kullanıyor ve dostlarla bile itişip kakışmaktan zevk alıyorlar. İşler kızıştığında, erkekler genelde bir şaka ya da özürle işi tatlıya bağlamanın bir yolunu buluyor, böylece yoldaşlık ve ılımlı husumet arasında gidip gelerek bağlarını muhafaza ediyorlar. Mesela işadamları bağırışıp diklendikleri bir toplantının ardından mola verdiklerinde gülüp eğlenebilirler. Haşin bir atışmadan sonra "Şahsi bir şey değil" sözü tam erkeklere hastır.
- Aynı hayvanat bahçesinde, bonobolara kereviz verildiğinde ve hepsine de dişiler el koyduğunda çok manidar bir hadise yaşanmış. Amy fotoğraf çekiyor ve fotoğraf için maymunlar baksın diye hareketler yapıyormuş. Ama yiyeceğin çoğunu kapmış olan Loretta herhalde Amy'nin ondan dilendiğini düşünmüş. On dakika kadar onu görmezden gelmiş. Sonra aniden ayağa kalkmış, kerevizi ikiye bölmüş ve yarısını, hendeğin karşı tarafında cansiperane ilgisini çekmeye çalışan bu kadına fırlatmış. Bu da dişilerin Amy'yi nasıl kendilerinden biri olarak kucakladıklarını gösteriyor. Bunu bana hiç yapmadılar çünkü maymunlar insanlar arasında da cinsiyet ayrımı yapar. Amy, gebelik izninden dönüşte bonobo dostlarını tekrar ziyarete gitmiş. Maymunlara bebeğini göstermek istemiş. En yaşlı dişi, insan bebeğine şöyle bir bakış fırlattıktan sonra yakındaki bir kafese girmiş. Amy, dişinin rahatsız olduğunu düşünmüş ama meğer kendi yeni doğmuş bebeğini almak için içeri girmiş. Hemen geri dönüp maymun bebeği cama doğru kaldırmış, iki yavru birbirlerinin gözlerine bakabilsinler diye.
- Bir erkek, kavgada yenildiği anda hıncını daha ufak-tefek bir babundan çıkartır. Bunu yapmaya eğilimli erkekler görece daha gerilimsiz bir hayat sürer. Bir yenilgiden sonra geri çekilmek ve somurtmak yerine, hemen sorunlarını başkasına aktarırlar. Kadınların, bunun erkeklere has bir şey olduğunu, kadınların suçu öznelleştirdiğini, erkeklerinse başkalarına yıkmaktan hiç vicdan azabı duymadığını söylediklerini duydum. Erkekler başkasını ülser etmeyi, kendileri ülser olmaya tercih eder. Fareler, maymunlar ve şebeklerle, büyük miktarda masum kurban yaratan bu eğilimi paylaştığımızı öğrenmek moral bozucu. Hak ve adaleti harcamak pahasına gerilimi kendimizden uzak tutmak için geliştirdiğimiz, içimize işlemiş bir taktik.
- 19.yüzyılda yaşamış İngiliz nüfusbilimci Thomas Malthus, kötülük ve sefaletteki artışın, insanlarda nüfus artışını otomatikman yavaşlatacağını söylemişti. Bu gözlem, psikolog John Calhoun'u kabus gibi bir deney yapmaya itti. Artan bir fare nüfusunu küçük bir odaya koydu ve çok geçmeden farelerin nasıl birbirine tecavüz etmeye, birbirini öldürmeye ve yemeye başladığını gözlemledi. Malthus'un tahmin ettiği gibi nüfus artışı doğal olarak dizginlenmişti. Kaos ve davranış sapkınlıkları, Calhoun'un "davranış kuburu" terimini ortaya atmasına sebep oldu. Normal fare davranışı, deyim yerindeyse lağımı boylamıştı. Bir anda, sokak çeteleri fare güruhlarına, şehir merkezleri davranış kuburlarına, kentsel alanlar hayvanat bahçelerine benzetilmeye başladı. Bundan daha kalabalık bir dünyada ya anarşi ya da diktatörlük olacağı konusunda uyarılıyorduk. Tavşan gibi üremeyi bırakmazsak kaderimiz belliydi. Bu fikirler anaakım düşünceye öyle bir girdi ki kime sorsanız, insan şiddetini ortadan kaldırmamızı engelleyen temel sebeplerden birinin kalabalıklaşma olduğunu söylemeye başladı. Primat araştırmaları ilk başlarda bu asap bozucu senaryoyu doğruluyordu. Bilimciler, Hindistan'da şehirlerde yaşayan maymunların, ormanlarda yaşayanlara nazaran daha saldırgan olduğunu gözlemlemişti. Başkaları, hayvanat bahçelerindeki primatların aşırı şiddet düşkünü olduğunu, bir sosyal hiyerarşinin tepesindeki kabadayılar tarafından yönetildiklerini, bunun da tutsaklığın yan etkisi olduğunu söylüyorlardı: Doğada, barış ve eşitlik hakimdi. Meseleyi popülarize edenlerin mübalağasını ödünç alan bir kalabalık araştırması, babunlar arasında bir "getto isyanından" bahsediyordu. Wisconsin, Madison'daki Henry Vilas Hayvanat Bahçesi'nde çalışırken, şebeklerin sürekli kavga ettiklerine, bunun sebebinin de çok fazla sayıda şebeği bir arada tutmamız olduğuna dair şikayetler alıyorduk. Halbuki o makaklar bana tümüyle normal görünüyordu: İtişip kakışmayan rhesus şebeği görmüşlüğüm yoktu. Buna ilaveten, dünyanın nüfus yoğunluğu en yüksek uluslarından birinde yetişmiş biri olarak, kalabalıkla saldırganlık arasında herhangi bir bağ olduğuna dair ciddi şüphelerim var. İnsan toplumunda görmediğim bir durum. Ben de seneler, hatta kuşaklar boyu belli koşullar altında yaşayan rhesus şebekleri üzerinde geniş bir araştırma tertipledim. En kalabalık gruplar kafeslerde, en az kalabalık olanlar büyük, ağaçlıklı adada yaşıyorlardı. Ada maymunlarının, kafestekilere göre kişi başına altı yüz kat fazla alanı vardı. İlk bulgumuz, şaşırtıcı bir biçimde, yoğunluğun erkek saldırganlığını hiç artırmadığı oldu. Aslında en yüksek saldırganlık oranlarına, tutsak değil özgür erkekler arasında rastlanıyordu. Kalabalık erkekler dişileri daha fazla tımar ediyor, onlar da erkekleri daha fazla tımar ediyordu. Tımarın rahatlatıcı bir etkisi vardır: Bir şebeğin kalp atışları, tımar edilirken yavaşlar. Dişiler daha farklı tepki vermişti. Rhesus dişilerinin, anasoyu diye bilinen bir akraba-kliğine karşı güçlü bir aidiyet duygusu vardır. Bu klikler birbiriyle rekabet halinde olduğundan, kalabalıklaşma sürtüşmeyi de beraberinde getirir. Ama anasoylar arasında sadece rekabet değil, bekleneceği üzre tımar da artar. Bu da dişilerin, kendi anasoyları dışındakileri tımar ederek, gerilimleri azaltmaya çalıştığı anlamına gelir. Yani kalabalıklaşmanın, şebekler üzerindeki etkisi sanıldığından çok daha azdır. "Başa çıkmaktan" bahsediyoruz, yani primatların yer azlığına karşı yöntemler geliştirdiğini söylüyoruz. Belki daha zeki oldukları için şempanzeler bu konuda daha da ileri gitmişlerdir. Genç türedi Nikkie'nin, Arnhem kolonisinin alfa erkeği Luit'e meydan okumaya hazırlandığı o kışı hala hatırlarım. Maymunlar, liderle çatışmanın intihar manasına geleceği kapalı bir salonda yaşıyorlardı. Ne de olsa Luit'in arkasında dişilerin büyük desteği vardı: Nikkie bir şey yapmaya kalkacak olsa, dişiler Luit'in onu köşeye sıkıştırmasına yardım ederlerdi. Ama koloni dışarı çıkar çıkmaz ortalık karışmaya başladı. Dişiler, erkeklerden daha yavaş hareket ettiklerinden, büyük adada Nikkie, Luit'in savunmasını kolayca düşürebiliyordu. Aslında Arnhem'deki iktidar mücadelelerinin hepsi dışarıda olmuştur. Şempanzelerin gelecek duygusu olduğunu biliyoruz, bu yüzden de koşulların ortalığı karıştırmak için müsait olacağı bir zamanı kolladıklarını pekala söyleyebiliriz. Böylesi bir duygusal kontrol, sıkışık yerde tutulan şempanzelerin çatışmadan kaçınmasında da gözlenebilir. Hatta böylesi durumlarda saldırganlığı azaltırlar. Asansördeki ya da otobüsteki insanlar gibi, büyük beden hareketlerini, göz temasını ve yüksek sesle konuşmayı en aza indirgeyerek sürtüşmeleri önlerler. Bunlar küçük ölçekli ayarlamalardır ama koca kültürlerin, kendilerini ellerindeki alana göre ayarlaması da mümkündür. Kalabalık ülkelerdeki insanlar genelde sükunet, uyum, hürmet, alçak ses ve duvarlar kağıt kadar ince olsa bile mahremiyete saygıyı vurgularlar. Biyologların deyimiyle, belli bir sosyo-ekolojiye uyum sağlama konusundaki gelişkin becerimiz, kilometrekareye düşen insan sayısının neden cinayet oranlarıyla alakası olmadığını açıklar. Rusya ve Kolombiya gibi, cinayet oranının aşırı yüksek olduğu bazı ülkelerin nüfus yoğunluğu çok düşüktür, öte yandan Japonya ve Hollanda gibi tıklım tıklım dolu ülkeler, cinayet oranlarının en düşük olduğu ülkeler arasındadır. Çoğu suçun işlendiği kentsel alanlar için de geçerlidir bu. Dünyanın en kalabalık büyük kenti Tokyo, en geniş alana yayılmış olanlarından biri de Los Angeles'tır. Ancak Los Angeles'ta her yüz bin kişi başına on beş cinayet işlenirken, Tokyo'da bu rakam ikinin altındadır. 1950'de dünyada 2,5 milyar insan vardı. Şimdi yaklaşık 6,5 milyarız. Tarihlemenin başladığı iki bin yıl öncesinde tahmin edilen 200 ila 400 milyona bakıldığında epey hızlı bir artış bu. Kalabalıklaşma gerçekten de saldırganlığa yol açsa şimdi patlamanın eşiğine gelmiş olurduk. Neyse ki kalabalık kafesler, şehir sokakları ve alışveriş merkezleri gibi gayritabii yerler dahil, her türlü koşula uyum sağlama becerisi geliştirmiş sosyal hayvanların soyundan geliyoruz. Bu uyum süreci çok kolay olmamıştır herhalde. Arnhem Hayvanat Bahçesi'nde her bahar yaşanan kutlama da şempanzelerin sıkışıklığı tercih etmediğini gösteriyor. Ama Calhoun'un fare deneyinde öngörülen ürkütücü seçenek karşısında uyum yeğdir. Calhoun'un sonuçlarının tümüyle kalabalıktan kaynaklanmadığını da eklemek lazım. Farelere az miktarda yiyecek verildiği için rekabet de bu neticede rol oynamış olabilir. Gittikçe nüfusu artan dünyamızda bizim için de önemli bir uyarı bu. Kalabalıkla baş etmek konusunda doğal, yeterince takdir görmeyen bir yeteneğimiz var ama KALABALIK, KISITLI KAYNAKLARLA BİRLEŞTİĞİNDE iş değişiyor. O zaman Malthus'un öngördüğü kötülük ve sefalet ortaya çıkabilir pekala. (...) Malthus, Sosyal Darvincilik denilen, merhametten yoksun bir düşünce sisteminin başlatıcısı oldu. Bu sistemde toplumun hayat kaynağı "özçıkar"dı, bu da zayıfları harcamak pahasına güçlülerin daha da güçlenmesi demekti. Mutlu azınlığın elindeki orantısız kaynakları mazur gösteren bu bakış Yeni Dünya'ya başarılı bir biçimde ihraç edildi ve John D. Rockefeller'ın bir işin büyümesini "doğa ve Tanrı kanunlarının işleyişi" olarak tanımlamasına yol açtı. Evrim teorisinin popüler kullanımını ve suistimalini düşünürsek Darvincilik ve doğal seçilimin, sınırsız rekabetle eşanlamlı bir hal almasına şaşmamak lazım. Halbuki Darwin'in kendisinin, Sosyal Darvincilikle alakası bile yoktu. Aksine hem insan doğasında hem de doğada iyiliğin yeri olduğuna inanırdı. Bu iyiliğe acil ihtiyacımız var, çünkü artan dünya nüfusu meselesi, kalabalıklaşmayla nasıl baş edeceğimizle değil, kaynakları eşit ve adil nasıl dağıtacağımızla ilgili bir mesele.
- Yeni doğmuş bir maymunu doğru düzgün görmek çok zordur, çünkü annesinin kara karnında, küçük, karanlık bir tümsekten ibarettir. Ama ben Lolita'nın bir gün önce doğan bebeğini görmek için yanıp tutuşuyordum. Onu grubun içinden çağırıp karnını işaret ettim. Lolita bana baktıktan sonra yere oturdu, sonra bebeğinin sağ elini sağ eline, sol elini sol eline aldı. Bu kulağa basit geliyor ama bebek ona sarılmış vaziyette olduğundan bu işi yapmak için kollarını çaprazlaması gerekmişti. İnsanların tişört çıkarırken yaptıkları harekete benziyordu bu. Sonra bebeği yavaşça kendi çevresinde döndürerek havaya kaldırdı ve bana açtı. Annesinin ellerinden sarkan bebeğin yüzü artık bana dönüktü. Bebek bir-iki suratını buruşturup mıkırdayınca -bebekler sıcak göbekten ayrılmaktan nefret eder- Lolita onu hemen kucağına geri aldı. Bu zarif, küçük hareketle, Lolita, yeni doğmuş bebeğinin yüzünü sırtından daha ilginç bulacağımın farkında olduğunu göstermişti. Başka birinin bakış açısından bakabilmek, sosyal evrimde büyük bir sıçramaya işaret eder. Altın kuralımız -"Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma"- kendimizi başkasının yerine koymayı talep eder bizden. Bunun sadece insanlara has bir yetenek olduğunu zannederiz ama Lolita bu konuda yalnız olmadığımızı göstermişti.