19.yüzyılda yaşamış İngiliz nüfusbilimci Thomas Malthus, kötülük ve sefaletteki artışın, insanlarda nüfus artışını otomatikman yavaşlatacağını söylemişti. Bu gözlem, psikolog John Calhoun'u kabus gibi bir deney yapmaya itti. Artan bir fare nüfusunu küçük bir odaya koydu ve çok geçmeden farelerin nasıl birbirine tecavüz etmeye, birbirini öldürmeye ve yemeye başladığını gözlemledi. Malthus'un tahmin ettiği gibi nüfus artışı doğal olarak dizginlenmişti. Kaos ve davranış sapkınlıkları, Calhoun'un davranış kuburu terimini ortaya atmasına sebep oldu. Normal fare davranışı, deyim yerindeyse lağımı boylamıştı. Bir anda, sokak çeteleri fare güruhlarına, şehir merkezleri davranış kuburlarına, kentsel alanlar hayvanat bahçelerine benzetilmeye başladı. Bundan daha kalabalık bir dünyada ya anarşi ya da diktatörlük olacağı konusunda uyarılıyorduk. Tavşan gibi üremeyi bırakmazsak kaderimiz belliydi. Bu fikirler anaakım düşünceye öyle bir girdi ki kime sorsanız, insan şiddetini ortadan kaldırmamızı engelleyen temel sebeplerden birinin kalabalıklaşma olduğunu söylemeye başladı. Primat araştırmaları ilk başlarda bu asap bozucu senaryoyu doğruluyordu. Bilimciler, Hindistan'da şehirlerde yaşayan maymunların, ormanlarda yaşayanlara nazaran daha saldırgan olduğunu gözlemlemişti. Başkaları, hayvanat bahçelerindeki primatların aşırı şiddet düşkünü olduğunu, bir sosyal hiyerarşinin tepesindeki kabadayılar tarafından yönetildiklerini, bunun da tutsaklığın yan etkisi olduğunu söylüyorlardı: Doğada, barış ve eşitlik hakimdi. Meseleyi popülarize edenlerin mübalağasını ödünç alan bir kalabalık araştırması, babunlar arasında bir getto isyanından bahsediyordu. Wisconsin, Madison'daki Henry Vilas Hayvanat Bahçesi'nde çalışırken, şebeklerin sürekli kavga ettiklerine, bunun sebebinin de çok fazla sayıda şebeği bir arada tutmamız olduğuna dair şikayetler alıyorduk. Halbuki o makaklar bana tümüyle normal görünüyordu: İtişip kakışmayan rhesus şebeği görmüşlüğüm yoktu. Buna ilaveten, dünyanın nüfus yoğunluğu en yüksek uluslarından birinde yetişmiş biri olarak, kalabalıkla saldırganlık arasında herhangi bir bağ olduğuna dair ciddi şüphelerim var. İnsan toplumunda görmediğim bir durum. Ben de seneler, hatta kuşaklar boyu belli koşullar altında yaşayan rhesus şebekleri üzerinde geniş bir araştırma tertipledim. En kalabalık gruplar kafeslerde, en az kalabalık olanlar büyük, ağaçlıklı adada yaşıyorlardı. Ada maymunlarının, kafestekilere göre kişi başına altı yüz kat fazla alanı vardı. İlk bulgumuz, şaşırtıcı bir biçimde, yoğunluğun erkek saldırganlığını hiç artırmadığı oldu. Aslında en yüksek saldırganlık oranlarına, tutsak değil özgür erkekler arasında rastlanıyordu. Kalabalık erkekler dişileri daha fazla tımar ediyor, onlar da erkekleri daha fazla tımar ediyordu. Tımarın rahatlatıcı bir etkisi vardır: Bir şebeğin kalp atışları, tımar edilirken yavaşlar. Dişiler daha farklı tepki vermişti. Rhesus dişilerinin, anasoyu diye bilinen bir akraba-kliğine karşı güçlü bir aidiyet duygusu vardır. Bu klikler birbiriyle rekabet halinde olduğundan, kalabalıklaşma sürtüşmeyi de beraberinde getirir. Ama anasoylar arasında sadece rekabet değil, bekleneceği üzre tımar da artar. Bu da dişilerin, kendi anasoyları dışındakileri tımar ederek, gerilimleri azaltmaya çalıştığı anlamına gelir. Yani kalabalıklaşmanın, şebekler üzerindeki etkisi sanıldığından çok daha azdır. Başa çıkmaktan bahsediyoruz, yani primatların yer azlığına karşı yöntemler geliştirdiğini söylüyoruz. Belki daha zeki oldukları için şempanzeler bu konuda daha da ileri gitmişlerdir. Genç türedi Nikkie'nin, Arnhem kolonisinin alfa erkeği Luit'e meydan okumaya hazırlandığı o kışı hala hatırlarım. Maymunlar, liderle çatışmanın intihar manasına geleceği kapalı bir salonda yaşıyorlardı. Ne de olsa Luit'in arkasında dişilerin büyük desteği vardı: Nikkie bir şey yapmaya kalkacak olsa, dişiler Luit'in onu köşeye sıkıştırmasına yardım ederlerdi. Ama koloni dışarı çıkar çıkmaz ortalık karışmaya başladı. Dişiler, erkeklerden daha yavaş hareket ettiklerinden, büyük adada Nikkie, Luit'in savunmasını kolayca düşürebiliyordu. Aslında Arnhem'deki iktidar mücadelelerinin hepsi dışarıda olmuştur. Şempanzelerin gelecek duygusu olduğunu biliyoruz, bu yüzden de koşulların ortalığı karıştırmak için müsait olacağı bir zamanı kolladıklarını pekala söyleyebiliriz. Böylesi bir duygusal kontrol, sıkışık yerde tutulan şempanzelerin çatışmadan kaçınmasında da gözlenebilir. Hatta böylesi durumlarda saldırganlığı azaltırlar. Asansördeki ya da otobüsteki insanlar gibi, büyük beden hareketlerini, göz temasını ve yüksek sesle konuşmayı en aza indirgeyerek sürtüşmeleri önlerler. Bunlar küçük ölçekli ayarlamalardır ama koca kültürlerin, kendilerini ellerindeki alana göre ayarlaması da mümkündür. Kalabalık ülkelerdeki insanlar genelde sükunet, uyum, hürmet, alçak ses ve duvarlar kağıt kadar ince olsa bile mahremiyete saygıyı vurgularlar. Biyologların deyimiyle, belli bir sosyo-ekolojiye uyum sağlama konusundaki gelişkin becerimiz, kilometrekareye düşen insan sayısının neden cinayet oranlarıyla alakası olmadığını açıklar. Rusya ve Kolombiya gibi, cinayet oranının aşırı yüksek olduğu bazı ülkelerin nüfus yoğunluğu çok düşüktür, öte yandan Japonya ve Hollanda gibi tıklım tıklım dolu ülkeler, cinayet oranlarının en düşük olduğu ülkeler arasındadır. Çoğu suçun işlendiği kentsel alanlar için de geçerlidir bu. Dünyanın en kalabalık büyük kenti Tokyo, en geniş alana yayılmış olanlarından biri de Los Angeles'tır. Ancak Los Angeles'ta her yüz bin kişi başına on beş cinayet işlenirken, Tokyo'da bu rakam ikinin altındadır. 1950'de dünyada 2,5 milyar insan vardı. Şimdi yaklaşık 6,5 milyarız. Tarihlemenin başladığı iki bin yıl öncesinde tahmin edilen 200 ila 400 milyona bakıldığında epey hızlı bir artış bu. Kalabalıklaşma gerçekten de saldırganlığa yol açsa şimdi patlamanın eşiğine gelmiş olurduk. Neyse ki kalabalık kafesler, şehir sokakları ve alışveriş merkezleri gibi gayritabii yerler dahil, her türlü koşula uyum sağlama becerisi geliştirmiş sosyal hayvanların soyundan geliyoruz. Bu uyum süreci çok kolay olmamıştır herhalde. Arnhem Hayvanat Bahçesi'nde her bahar yaşanan kutlama da şempanzelerin sıkışıklığı tercih etmediğini gösteriyor. Ama Calhoun'un fare deneyinde öngörülen ürkütücü seçenek karşısında uyum yeğdir. Calhoun'un sonuçlarının tümüyle kalabalıktan kaynaklanmadığını da eklemek lazım. Farelere az miktarda yiyecek verildiği için rekabet de bu neticede rol oynamış olabilir. Gittikçe nüfusu artan dünyamızda bizim için de önemli bir uyarı bu. Kalabalıkla baş etmek konusunda doğal, yeterince takdir görmeyen bir yeteneğimiz var ama KALABALIK, KISITLI KAYNAKLARLA BİRLEŞTİĞİNDE iş değişiyor. O zaman Malthus'un öngördüğü kötülük ve sefalet ortaya çıkabilir pekala. (...) Malthus, Sosyal Darvincilik denilen, merhametten yoksun bir düşünce sisteminin başlatıcısı oldu. Bu sistemde toplumun hayat kaynağı özçıkardı, bu da zayıfları harcamak pahasına güçlülerin daha da güçlenmesi demekti. Mutlu azınlığın elindeki orantısız kaynakları mazur gösteren bu bakış Yeni Dünya'ya başarılı bir biçimde ihraç edildi ve John D. Rockefeller'ın bir işin büyümesini doğa ve Tanrı kanunlarının işleyişi olarak tanımlamasına yol açtı. Evrim teorisinin popüler kullanımını ve suistimalini düşünürsek Darvincilik ve doğal seçilimin, sınırsız rekabetle eşanlamlı bir hal almasına şaşmamak lazım. Halbuki Darwin'in kendisinin, Sosyal Darvincilikle alakası bile yoktu. Aksine hem insan doğasında hem de doğada iyiliğin yeri olduğuna inanırdı. Bu iyiliğe acil ihtiyacımız var, çünkü artan dünya nüfusu meselesi, kalabalıklaşmayla nasıl baş edeceğimizle değil, kaynakları eşit ve adil nasıl dağıtacağımızla ilgili bir mesele.
Diğer Frans De Waal Sözleri ve Alıntıları
- Ahlakın doğrudan yaratıcı Tanrı'dan geldiğine inanan birisi için evrimi kabul etmek manevi bir uçurum demektir.
Menfur bir davranışta bulunmasını engelleyen tek şey inanç sistemi olan insandan korkarım. - Bütün bildiklerimiz şunu gösteriyor ki bir hayvan ne kadar az sayıda yavru dünyaya getirirse onlara o kadar iyi bakar.
- İnsanlar sadece inanmak istedikleri için inanırlar. Bu bütün dinler için geçerlidir. İnanç, belli insanlara, hikayelere, ritüllere ve değerlere duyulan bağlılıktan çıkar. Emniyet, otorite ve ait olma arzusu gibi duygusal ihtiyaçları karşılar.
- Bilimin yaptığı en iyi şey, fikirler arasında rekabeti ateşlemektir. Bilim bir nevi doğal seçilimi teşvik eder ve bunun sonucunda sadece en geçerli fikirler ayakta kalır ve ürer.
- Darwin'in de zamanında dikkat çektiği gibi, sadece insana has yegâne ifade yüz kızarmasıdır. Diğer primatlarda böyle ani bir kızarmaya hiç rastlamadım. İnsanların elinden gelen tek şeyin başkalarını sömürmek olduğunu düşünenler için yüz kızarması herhalde çok şaşırdıkları bir evrim muammasıdır.
- Şempanzeleri ya da bonoboları izlemenin bize neyin doğru neyin yanlış olduğunu gösterebileceğine inanamıyorum, bence bilim de yapamaz bunu, ama doğayı tanımamız, nasıl ve neden birbirimize ilgi göstermeye ve ahlaki neticeler aramaya başladığımızı anlamamıza yardımcı olur. Hayatta kalmamız, başkalarıyla iyi ilişkiler içinde olmamıza, işbirliği yapan bir topluma bağlı olduğu için geliştirmişiz bu özellikleri.
- "Maymunu ormandan çıkarabilirsiniz, ama ormanı maymunun içinden çıkaramazsınız"
- Hem iyilik hem zalimlik, hem asalet hem bayağılık bir arada olabilir - bazen aynı insanda.
- Atalarımızın henüz din sahibi olmadıkları zamanlarda sosyal kurallarının olmadığına gerçekten inanan var mı? Yardıma ihtiyacı olan birine yardım etmez, haksızlıkla karşılaşınca şikayet etmezler miydi? İnsanlar, topu topu bir iki bin yıl önce çıkan mevcut dinlerden çok önce, toplumlarının nasıl işlediğine kafa yormuş olmalı. Biyologlar bu kadar kısa süreleri hiç ciddiye almaz.
- Belki sadece ben böyle düşünüyorumdur ama menfur bir davranışta bulunmasını engelleyen tek şey inanç sistemi olan insandan korkarım. Yaşanabilir bir toplum için gerekli özdenetim de dahil, bütün insanlığımızın yapımızda olduğunu neden düşünmeyelim? Atalarımızın henüz din sahibi olmadıkları zamanlarda sosyal normlarının olmadığına hakikaten inanan var mı? Yardıma ihtiyacı olan birine yardım etmez, haksızlıkla karşılaşınca şikayet etmezler miydi?