- ...az gelişmiş ülke aydınları yok artık, azgelişmiş aydınlar ülkesi var.
- Modernist Türk şairleri biçimde bir uzlaşmayı reddetti. Bunu niçin yaptılar? Herkesin şahsiyetini tanıyabilmek için. Biçimde bir donma, biçimde bir kalıplaşma, gayr-i şahsî bir alanı beslediği için ve herkesin şahsiyetinin tanınabilmesi ve herkese bir şahsiyet tanıyabilmek için biçimde uzlaşma olmaması gerekiyordu.
- Modern şiir, okuyucusunu da şairleştirmek zorunda kalarak kendini kabul ettirir. Yani, şiir yazamayan şairler olmaya başlar.
- Modernist şiirde konunun olmayışı, şiirin konusudur. Dolayısıyla şiiri şiirlikten çıkaracak olan, ilk planda ona konu aramak olabilir. Çünkü şiirde ne söylendiği , şiirin dışında başka bir yerde bulunmaz. Şiirde ne söyleniyor diye merak ettiğimizde tekrar şiire başvurmak zorunda kalırız. Bir roman için bu söz konusu değil meselâ.
- Din birliği bozulmadan önce "yeni" kötü bir şeydi. İslâmî söylemde de "bid'at" olarak anlaşılan hâdise bu , ama Avrupa'da bir kere din birliği bozulduktan sonra, neyin "bid'at" neyin "bid'at olmadığı" da İslâm dünyasında rahatlıkla tartışılabilir oldu. Bu da yeniliğin evrensel bir plan haline gelmesidir, inkâr edilememesidir.
- Bugün içinde bulunduğumuz meseleler, eğer Türk toplumu ya da Türk milleti, aşamayacağı zorluklar karşısında hissediyorsa kendini ve birtakım ekonomik, siyasî, sosyal olayların kötü sonuçlar doğuracağından korkuluyorsa, bunun sebebi, bu toplumun şiirle ilişkisini koparmış olmasıdır.
- I.Dünya Savaşı sonucunun bizi nerelere götüreceği meselesini tahlil eden ve bu konuda sondajlamada bulunan şiir olarak iki şiir karşımıza çıkıyor: Birisi Nâzım Hikmet'in kurduğu, diğeri de Orhan Veli'nin kurduğu şiir. Bu iki şiirden biri Orhan Veli'nin kurduğu şiir. Diyor ki; biz halkın davasını değil halkın zevkini savunuyoruz. Dolayısıyla Nâzım Hikmet'in şiirini halkın davasını savunan şiir olarak bir yere oturtmuş oluyor. Ama biz biliyoruz ki, Nâzım Hikmet şiirinin "geriye doğru sulbünde" önce Mehmet Akif, sonra Tevfik Fikret var. Bu halkın davası, halkın zevki meselesi, bu ikinci yeni adını verdiğimiz şiir akımında daha ihatalı ve daha öze ilişkin bir şekilde ele alınıyor.
- Bizim kendimize Türk dememiz Orhun yazıtlarından da sonra vuku bulmuş. Türk, yaşadığımız coğrafyada kullanılan şekliyle henüz medenî vasıfları edinmemiş bozkır ahalisinin adıydı. O yüzden bizim dilimizde atasözüne benzer bir şey vardı: "Al turpu vur Türk'e, yazık oldu al turpa." Böyle bir şeydi Türk. Sonradan Türk diye bir şeyden olumlu anlamda haberdar olduk. Ne kadar sonra? Bize Türklük lazım olduktan sonra. Bize, bir zaman geldi ki Türklük lüzum etti. Biz Türkleşmeyi başardığımız sırada değil, Türk olmayı iyi bir şey saydıktan sonra kendimize Türk dedik. Daha önce Türk denince kaba saba bir şey anlaşılmasından rahatsız olmuyorduk. Şimdi artık Türk nedir diye sorduğumuz zaman bunun gündemimize tekrar anlaşılması gereken bir şey olarak girdiğini görüyoruz.
- Türk olmayı bir hedef ittihaz etmek diye bir şey var. Benim anam, babam Türk. Öyleyse ben de Türküm. Yok böyle bir şey. Hiç kimsenin anası babası Türk değil. Vazifesinin ne olduğunu merak eden herkes kendisi Türk olur veya olmaz. Müslüman olmak insan olmakla, Türk olmak da Müslüman olmakla gerçekleşebilen bir şey. Bunu anlamak lazım.
- Kâfirle çatışmayı göze alan Müslümana Türk deriz. Siz diyeceksiniz ki: "Yahu, bu olmaz." Neden olmaz? Çünkü size 1839 yılından beri kâfiri düşman bilmemeyi öğrettiler. Kâfir düşman değilse, küfür düşman değilse, sen kimsin, sen nesin? Eğer küfrü kendine hasım kabul etmiyorsan sen kimsin?