- Eğer sefil bir dünyada yaşıyor isek, bu sefalet tüketim araçlarından yoksun olmaktan ibaret değilse, hayatımız bazı cahil, bencil ve habis insanların çıkarları (çıkar sandıkları tatmin ortamları) yüzünden karanlık kılınmışsa, bu sefalete karşı yapılabilecek şey mukabil bir cehalet, mukabil bencillik ve mukabil bir habislik olmamalıydı. Bir dünya cenneti tasararısından sıyrılıp, farklı bir dünya cenneti tasarısına kaçmaya hiç niyetim yoktu. Sosyalist olarak ulaşılamadığını anladığım hedeflerin, müslüman olarak ulaşılabileceği kapanına sıkışmayacaktım. Bunun yanısıra sosyalist olarak sahip olduğum "şartların eleştirisi" gücünü de feda etme yanlısı değildim.
- Belki bu dünya hayatını en üst düzeyde yaşayabilmek, bir başka insanla ortaklaşa tanıklığına vardığı uyanıklık durumunu paylaşmakla mümkün. Bu paylaşımı elde edemediği şartlarda bile insan, ölüm kendini bulduğu andan içinde bir boşunalık duygusu taşımamalı. Bence boşunalık duygusu, ne adına olursa olsun, razı olduğu haksızlık yüzünden insana yerleşir.
- İnsanın yüce bir tarafı varsa bu, şartların gereğini yerine getirdiği için değil, şartlar ne olursa olsun, sahip olduğu temel doğrular gereğince tercihler yapabilmeyi elden bırakmadığı için belirginlik kazanabilmektedir.
- Yaşadığımız dünyada müslümanlar ve islami düşünceler, kendilerinden himaye talep edilecek imkanları elde tutmuyorlar. Yani kafirlerin zorbalığı, müslümanların tümünü baskı altında tutan "dünya sistemi"ni oluşturuyor. Bu şartlarda müslim ve mü'min olarak hiçbir çelişkiye düşmeden hem bütün müslümanların hem de bütün insanların emniyette olduğu kişi mevkiine gelebiliriz. Bunun için zulme razı olmadığımızı dışa vurmamız, zulmün artmasına yardım etmeyeceğimizi ortaya koymamız yeter. Eğer dünyanın iktidar odaklarından bir veya birkaçı müslümanların güdümü altında olsa idi, o zaman mesele bir oranda karmaşıklaşacaktı. O zaman belki Henry Thoreau daha dikkatle bakmamız gereken bir tavrı sergilemiş olacaktı. Yine de Türkiye'de Thoreau'nun yaklaşımını kendine örnek alma durumunda kalacak çok insan yaşıyor.
Thoreay, ABD'nin Meksika'ya karşı yürüttüğü emperyalist savaş sırasında konan nüfur başına verdiyi, "ödediği dolar bir adam öldürmek üzere, başka bir adam veya tüfek satın almaya yaramasın" gerekçesiyle vermeyi reddedince bir gece hapiste yattı. Kendisinden on dört yaş büyük olab ve bir çok özgürlükçü düşünceyi kendisiyle paylaşan Ralph Waldo Emerson, telaşla arkadaşını görmek üzere onun hücresine girdiğinde aralarında şöyle bir konuşmanın cereyan ettiği anlatılır:
-Henry, neden buradasın?
-Waldo, sen neden burada değilsin? - Kim olduğumuz sorusuna cevap ararken, aklımız hep, kim olacağımız sorusuyla karışıyor. Ki olacağımızı düşündüğümüzde ise kim olmak istediğiiz sorusu peşimizi koyvermiyor. Gerçekte, kim olduğumuzu öğrenme süreci içinde bile kimliğimiz yeniden oluşuyor. Sanki Werner Heisenberg'in belirsizlik ilkesine tabi olmuş gibiyiz. Nerede olduğumuzu öğrenmeye çalışırken nereye gittiğimizin bilgisi elimizden kaçıyor, eğer nereye gittiğimizi bilme gayretine kendimizi kaptırırsak nerede olduğumuzu unutma tehlikesine uğruyoruz. Ama bütün bu belirsizlik içinde karartılamayacak, önemi azaltılamayacak, vazgeçilemeyecek bir kalkış noktamız var: Bizler, hepimiz birer ürünüz. Hepimiz husule geldik, hepimiz oğullar ve kızlarız.
- Her şeyin konuşuluyor olması beni ne sevindiriyor, ne de işimi kolaylaştırıyor. Çünkü gördüm ki anlaşılır bir şey söylemem için önce yalan söylemem gerekiyor.
- Diyelim ki iki eşit kıyasıya dövüştü ve biri diğerini hakladı. Çatışmanın galibi ve mağlubu belli. Ne olacak şimdi? Barış olacak. Yani yenen taraf yenilene şartlarını kabul ettirecek. Barış dediğimiz budur zaten. Kuvveti sayesinde ortalığın süt liman olmasını sağlayan bir baskı uygulayıcısı yoksa barışın güvencesi hiçbir yerde bulunamaz. Demek ki barış ancak eşitliğin bozulmasıyla ve bir egemen unsurun dediğini yaptıracak kadar baskı uygulamasıyla sağlanabiliyor. Eşitler arasında hiç barış yapılamaz demeyelim. Eğer bir çok eşit unsurun üstünde ve her birine sözünü geçirebilecek güçte bir unsur varsa, işte bu diğerleriyle eşit olmayan unsur, sopasını (aba altından veya üstünden) sallayarak eşitlerin birbirlerini boğazlamasını önleyebilir. İnsanlar birbirlerinin boğazına sarılmıyorsa, birbirlerini yıkmaya çabalamıyorsa orada barış vardır. Herkes eşitsizliğe razı olmuştur.
İnsanlar barış içinde yarışabilirler. Çünkü yarışa girmek eşitliği reddetmektir. İnsanlar aralarında kurulabilecek herhangi bir eşitliğe rıza göstermedikleri için birbirleriyle yarışırlar. - İnsanın insan olduğu sürece noksanlığına katlanamadığı bir şey var. O şeyin yerine başka bir şeyi ikame edemiyor. Daha iyisi olmadığı takdirde olduğu kadarıyla idare etmeye razı olamıyor. Buna dostluk deniyor. Bir insan nasıl olur da "daha iyi dostlar (veya dost) edinemediğim için bunlarla (veya bununla) idare ediyorum" diyebilir? Diyorsa o kimseyle kurduğu ilişki asla dostluk ilişkisi sayılmayacaktır. Kötü bir hayatımız, bize kötülüğü dokunan bir hayatımız olabilir; ama kötü bir dostumuz, bize kötülüğü dokunan bir dostumuz olamaz. Her şeyin sahtesi olur; dostun sahtesi olamaz. Ne ki sahtedir, dost değildir. Her şeyin noksanlığını bir başka şeyle giderebilirsiniz; dostluğun noksanlığını giderecek hiçbir şey yoktur.
- Ağlayamayacak kadar kuvvetli, gülemeyecek kadar zayıfız.
- şimdi bütün görece yoksul ülkeler zengin ülkelerin, görece yoksul kimseler zengin kimselerin uydusu olduğunu kabullenmek durumunda. Tuhaf olan şu ki bu kabulleniş zengin ve yoksul arasında bir uyum sağlamıyor. Yeni tarz uyduluk yoksulların zenginleri taklit etmek suretiyle araya bir duvar örmeleri neticesini veriyor. Günümüzde yoksulluk dünkü gibi yine ayıp; ama fakir ülkeler ve fakir kimseler sadece mali imkanlarının kısıtlı olmasından ötürü utanmıyorlar. Artık fakirler demokrasi bakımından ne noksanları varsa onun ayıbıyla, insan hakları konusunda ne kadar geri kalmışlarsa onun ayıbıyla utandırılıyorlar.