- Avrupa olgusuyla Türk olgusu arasındaki ilintiyi dolaylı olmaktan sadece bir husus çıkarıyor: Kapitalizmin doğuşu. Osmanlı Fethibile modern tarih arasında kurabileceğimiz yegane doğrudan bağ Akdeniz havzasında bir yanda kapitalizmin doğmasına imkan veren bir toprak parçası bırakan ve diğer yanda kapitalizmin doğmasına imkan vermeyen büyük bir alanın korunmasını teminata bağlayan bağdır. Türklerin Doğu Avrupa'yı ve Kuzey Afrika'yı zaptetmiş olması kapitalizmi doğurdu. Türkler Batı Hristiyanlığını Avrupa'ya kıstırdıkları, hapsettikleri, sıkıştırdıkları için "milletlerin zenginliği" yeni iktisadi usullerin etkinleştirilesine bağlanmak zorunda kalmıştır. Türkler Avrupalıları bilinen ve hayatiyeti olan dünyadan yalıttı. Dünyanın daha üretken alanlarıyla Avrupa arasında antik çağdan beri süregelen alışveriş, olağan değer akışı Türk engeline takılınca Avrupalılar başlarının çaresine kendilerine mahsus bir mekanizma icat etmek suretiyle bakmak zarureti duydular.
- Yani dünyanın bugüne taşınabilen yeni bir çehreye kavuşmasına ne Fransa'daki kanlı ihtilal, ne de İngiltere'de finansmanı köle ticaretiyle sağlanan sanayi sebep oldu. Kapitalizmi yerküre ölçüsünde muzaffer kılmaya giden yolu Türk donanmasının İnebahtı'da mahvedilmesi açtı. Kapitalizm hegemonya kuracak yetkiyi dünya siyasetinin Türk gücünden noksan bırakılışından aldıç Dünya Sistemi müdevvir bir sistem olabilmek için Türklerin sözünün geçmediği bir atmosfere muhtaçtı. Kapitalizm hala aynı ihtiyaç içinde kıvranıyor. Kapitalizmin insan varlığına hor bakan tasallutundan Türkiye'nin kurtulma gücü kalmadıysa dünyanın bu tasalluttan kurtulabileceği konusunu ciddiye almak abesle iştigaldir.
- Dünya hayatı adı verilen olayın sadece kendini hesaba ister istemez katabilen insanlar arasında cereyan edişi sebebiyledir ki yukarıda muammalı bir biçimde sorulan bütün sorulara verilen cevaplardan hangilerini benimsemişsek tarih onlarla yapılmış olur. Yapılmış tarih insanlara özlerini verir. Biz insanlar özümüzün ne olduğunu tarihten öğreniriz. Tarih vahiy değildir. Vahiyden özümüzün ne olduğu değil, hidayetin ne olduğunu öğreniriz. Hayatımız tarihten neyi mğrendiğimizle, vahiyden neyi öğrendiğimiz arasındaki farkı kavradıkça zenginleşir. Fukara bir hayat tarihi vahiyden, vahiyi tarihten ayırt edemeyen zavallıların hayatıdır.
- Menfi (olumsuz), müspet (olumlu)... Nedir bunlar? "Olumlu" kendimi akıntıya bırakmam değil. Akıntıya kapılmayo "olumsuz" karşıladığım doğru. Yine de kentsoylu dünyasında üretilen "akıntıya karşı" bir şeyler yapılması fikrini "züppece" buluyorum. Vicdanını müsterih kılmak isteyen bana dolambaçlı gerekçeler değil, berrak fikirler lazım. Seçmelerimi ortamın kabullerine rıza göstererek ve bir ortalamayı tutturma endişesiyle yaptığım, yani zihin açıklığıyla yapmadığım sürece "olumsuz" defolup gitmiyorsa, önümde hangi yol var? Önümde sadece kendimin gide gide açtığı, kendime ait bir yol var. Yani biricikliğimi fark etmedikçe, hiç bir yolda yürüyemem. Kendim haline gelmem demek kimliğimi keşfetmem, bu da tarihte muayyen bir yerip olup olmadığını anlamam demek. Buluş bizzat benim eserim olmalı. Bir başkası bana "sen busun" der de, ben yerimi sırf onun dediğiyle, söylenilenin hakikatle olan bağını umursamadan bellemeye kalkışırsam, bu kalkışmamdan itibaren aldatılmış olmanın bütün sonuçlarına katlanmak zorunda kalacağımı kabullenmeliyim. Aldatılmış olmaktan memnuniyet duyan yok mu? Var. Dünya tıka basa onlarla dolu. Çoğunluk birilerinin kendilerini aldatmasından büyük bir haz duyuyor. Neden? Yığınlar halinde yaşayan bu insancıklar kendi mevcudiyetlerinin dikkate alınmayışından öyle şiddetli bir korku duymaktadırlar ki aldatılmaya değecek derecede önemsenmiş olmaları hoşlarına gidiyor.
- Dünyada olmadığını bildiğimiz şeyi niçin dünyada arıyoruz? Yaşadığımız sürece ele geçirmemizin imkansız olduğundan emin olduğumuz şeyin peşini niçin bırakmıyoruz? Bu sorunun cevabını içinize sindirebilen bir kişiyseniz, bir müjde daha vvereyim, en büyük ikramiye size isabet etmiştir. Ele geçirmemiz imkansız olan şeyin peşini aradığımız o şeyi bulmaua layık bir kişi durumuna yükselebilmek için bırakmıyoruz. Ömrümüzde hasretini çektiğimiz şeye asla kavuşamayacağız, bu kesin; ama ömrümüzü o şekilde sürdüreceğiz ki her aşamada aramayı göze aldığımız şeyi hak eden biz olacağız. Böylece süreç boyunca çabalarımızın hiçbiri zayi olmayacak. ıstırap ve rahatsızlık ne idiyseler öyle kalacaklar; oysa ıstıraba uğrayan, rahatsızlığı çeken üstün bir konum elde edecek.
- İnsan için önüne çıkan bütün yollar "yürünebilir" yollar ise o insan artık kaybolmuştur.
- Diyebiliriz ki şiir insanın duruşu, "objectifivation" udur. İnsanın nerede, ne zaman, nasıl durduğu bizi şiire götüren ok işaretleri görevi görürler, ama bu işaretler şiiri orada tutan dayanaklar değildir. Şiir orada durduğu takdirde bu ok işaretleri anlam taşırlar, şiirin orada durduğunu, orada bir insan duruşu bulunduğunu gösterebilirler. Şiirin orada duruşu ise şiirin, bütün o ok işaretlerinden bağımsız bir niyet, irade vr kasıtla kurduğu yapı sayesinde mümkün olabilir. Şairin kurduğu yapı o şiirle ilişki kuran diğer insanların katkılarıyla belirginlik kazanabilir. Şair ipini fırlatır, ipin ucunu elinden kaçırmadıkça o ip tutulabilir nitelikte olma özelliğini korur. İp tutulmadıysa onun çok sağlam oluşu, çok iyi fırlatılmış oluşu artık anlam taşımaz.
- Kendi başına bir şeyler başaramazsan, başkalarıyla birlikte de işe yaramazsın. Neyi başaracaksın? En iyi yapabileceğin ne ise onu. Bir şeyi senden iyi yapan olmamalı. Onu başar.
- Bu konudaki düşüncelerimize açıklık getirebilmek için gelin Marcek Proust'un mektek kitaplarında zikredilen bir parçasını birlikte okuyalım:
"...
belki de sebep bu hatıraların uzunca süre hafızanın dışına terk edilmiş olmaları yüzünden diri kalmayışları, hepsinin dağılmış olmalarındaydı. Bu nesnelerin biçimleri - o etkileyici ve sofu kıvrımlarıyla alabildiğince arzu kabartan kavkılı küçük kurabiyelerinki de dahil olmak üzere bozulmuş ya da derinlerde uyumuş durumlarıyla bilincimdeki yerini yeniden alabilecek yaygınlık güçlerini yitirmişlerdi. Fakar hiçbir şeyin arta kalmadığı uzak mesafeler ötesindeki geçmişten, insanlar öldükten, nesneler yıkılıp dağıldıktan sonra onların kokusu ve tadı uzun süre tek başlarına pek latif ama ilk durumlarından daha canlı halde, maddeye bağlılıklarından daha da kurtulmuş, daha çetin, daha kesin bir çizgiyle mevcudiyetlerini tıpkı ruhlar gibi korurlar; hemen hemen hiç hissedilmeyen özlerinin damlacığı içinde dirençlerini kaybetmeksizin bütün yıkıntılar arasından ortaya çıkıp hatıranın muazzam binasını inşa etmeyi ümitle bekler." - İkinci aşamada kültürden bağımsız bir değişme yaşadım. Buna yaratılmış olmayı kavrama diyorum. Persona'mı, şahsiyetimi, kimliğimi kültüre borçluyum ama mevcudiyetimi, varlığımı, uzay/zaman içindeki ne'liğimi borçlu olduğum ve benim kişiliğimden de, kimliğimden de bağımsız bir "O" var. Hu... Yaratılmış olmayı kavradıktan sonradır ki yalnızlık benim için çok uzak bir duygu, uzaklaşan bir duygu. Çünkü yaratılmış olmayı kavramak, Yaratan'ın iradesine sürekli duyarlı kalmayı getirir. Yaratılmış olmayı kavrayamamış veya bunu unutmuş insanlar için de bağımsız bir dış dünya, küçük harfle yazılacak bir "o" vardır. Hatta aydınlanmanın emekleme çağlarında Desitlerin düşündükleri büyük saatçi Tanrı da "o" dur. Fakat İslam itikadına sahip insan, Allah'ın Latif olduğunu, lutuf sahibi olduğunu, Habir olduğunu, her şeyin iç yüzünden, gizli taraflarından haberdar olduğunu bilir. Müslüman bilir ki Allah "EL-MUİD" dir, yani yaratılmışları yok eder ve tekrar yaratır. Bu yok edilip, tekrar yaratılanlar arasında ben de bulunuyorum. Yaratılma süreci sona ermiş bir vakıa değilse bir müslüman nasıl yalnız kalabilir? Yalnızlık bir müslüman için hissedilir olmaktan uzaktır.