- Boz Kunduz onu ne okşadı, ne de tatlı sözler söyledi...Onun böyle yanları yoktu; üstünlüğünü kaba saba davranarak gösterir, adaleti sopayla dağıtır, suçu tokatla cezalandırırdı. Oysa iyi bir hareketi dayak atmakla değil, sevip okşamakla ödüllendirseydi her şey çok başka olurdu. (s.141)
- Yıpranmış giysileriyle çocuklar peşimize takıldılar. Bindiğim araba, başka bir dünyadan gelmiş gibiydi sanki. Bitip tükenmek bilmeyen tuğla duvarlar, çamurlu kaldırımlar ve avaz avaz bağıran sokaklardı göz alabildiğince gördüğüm tek şey. Yaşamımda ilk kez kalabalık korkusunun ne demek olduğunu iliklerime dek duydum ve tattım. Deniz korkusu gibi bir şeydi bu. O yoksul ve dağınık kalabalık, birbirine kavuşan sokaklar, birbirinin üzerine binen ara yollar, kavşaklar açık ve pis kokulu bir denizin dalgalarıydı sanki. Ve bu dalgalar beni her an yutmak için en ufak bir fırsat kolluyordu.
- Dağınık, yalpalayan, sarhoş, bodur ve yanık insanlardı bunlar. Kilometrelerce tuğla yapıların, bakımsızlığın ve yoksulluğun arasından geçtik. Her kavşak, her yol yepyeni bir dağınıklığa doğru uzayıp gidiyordu. Ötede beride körkütük sarhoş bir kadın ya da bir erkek yalpalıyor, ağza alınmayacak kadar korkunç küfürlerin, kavgaların, çığlıkların karmakarışık sesleri dolduruyordu havayı. Giderek pazaryerlerinde, çamurların içine atılmış çürük patatesleri, fasulyeleri toplayan ve çöp tenekelerine kollarını sokarak umutla bir lokma yiyecek arayan, yaşlı kadın ve erkekler, yalpalayan insanlar vardı. Ve, çürümüş, küflenmiş meyve döküntülerinin çevresine kara sinekler gibi üşüşmüş çocuklar gördüm. Hemen hepsi bu pislik yığınlarının içine ta omuzlarına gelinceye dek dalıyor, vıcık vıcık çöplerin arasından çıkardıkları, fazla çürümemiş, pek az işe yarar yanı kalmış meyveleri hemen oracıkta indiriyorlardı midelerine.
- Yanımızdan elli altmış yaşlarında yaşlı bir kadın geçti, içeri girdiğimiz zaman. Eski püskü bir beze sardığı iki çıkını, büyük bir özenle, biri göğsüne, öteki de sırtına gelmek üzere omzunun üzerine atmıştı. Bir işsizdi bu. Yersiz yurtsuz acınası bir kadındı. Ölüyü andıran vücudunu yoksullarevinin bilinen iyiliklerinden koruyacak denli özgür ve başına buyruk bir kadın. Evini sırtında taşıyordu tıpkı bir salyangoz gibi. Bu iki çıkının içinde neler yoktu ki: Ev eşyaları, gardrobu, çarşatları ve bir kadın için sevilen tüm öteberi.
- ...çakıl döşeli dar bir yoldan. iki yanındaki sıralarda, yoksul, tükenmiş, insanın yüreğinin yağını eriten bir insanlar topluluğu oturuyordu. Pislik ve paçavra yığınıydılar. Her birinde akla gelebilecek tüm deri hastalıkları vardı. Açılmış cılk yaralar, çürükler, türlü öğürtücülükler, canavarca yüzleriyle yan yan bakan yoksullar... Bir rüzgâr esiyordu insanın iliklerine işleyen. Hemen hemen hepsi birbirlerine sokulmuş, iler tutar yeri kalmamış giysilere bürülü ya uyuyor, ya da uyumaya çalışıyordu bu insanlar. Bir yanda, yaşları yirmiden yetmişe değin değişen, on, on iki kadın vardı. Hemen yanlarında, dokuz aylıktan büyük olmayan bir bebe uyuyordu. Kalın tahtalı bir sıraya uzatılmıştı. Ne üzerinde bir örtü, ne başının altında bir yastık vardı. Çocuğa bakan kimse de yoktu yanında üstelik. Öte yanda altı yedi adam, oturdukları yerde uyuyor, ya da uykularında yaslanıyorlardı birbirlerine. Bir aile vardı parkın diğer bir köşesinde. Anasının kolları arasında uyuyan bir çocuk ve bir adam -ya da dost-. Eskimeye yüz tutmuş ayakkabılarını onarmaya çalışıyordu adam büyük bir acemilikle. Diğer bir sıraya oturmuş yaşlı bir kadın, lime lime olmuş giysilerinden sallanan iplikleri bir çakıyla kesiyor, komşusuysa elindeki iğne iplikle yırtıklarını dikiyordu. Kollarının arasında uyuyan kadını tutan bir adam vardı yanlarında. Daha ötelerde, giysileri çamurdan kayış gibi olmuş bir genç, sevgilisinin dizlerinde uykuya dalıp gitmişti. Yirmi beş yaşından fazla göstermeyen genç kadın da uyuyordu bu arada.
- Kimisi çok yoksul, kimisi yıkıntı haline gelmiş kimselerdi. Ne ki birçok bakımdan insandılar. Hem de kusursuz birer insan. Anımsıyorum, işinden evine dönen bir arabacı, atlarını tam bizim önümüzde durdurmuştu. Çocuğu gelmişti babasını karşılamaya. Uçarak arabanın yanına gitti küçük, tırmanmak için. Aksi gibi araba büyük ve ona göre çok yüksekti. Çocuk birçok kez denedi. Ama beceremedi bu işi. Tam bu sırada içimizde üstü başı en perişan ve dağınık olan, kuyruktan çıkarak oğlana yardım edip arabaya bindirdi. Onun bu davranışının tek nedeni sevgiydi. Başka hiçbir şey değil, Arabacı yoksuldu, adam bunu biliyordu. Berikiyse düşkünlerevinin önünde sıra bekliyordu ve arabacı bunu biliyordu. O ufacık bir harekette bulunmuş, arabacı da ona teşekkür etmişti. Tıpkı benim ya da sizin yapılan bir işe teşekkür etmeniz gibi.
- Tiyatrolar boşaldığı zaman zorlu bir yağmur yağıyor, eğlence yerlerinden çıkan seçkinler topluluğu araba bulmakta güçlük çekiyordu. Yollar dizi dizi arabayla dolu olduğu halde, bunların birçoğu önceden tutulmuştu. Ben işte burada, geceyi bir damaltında geçirebilmek için gereken parayı kazanmak uğruna, paltosuz hanımlara ve beylere, araba bulmaya çalışan, paçavralar içinde umutsuz insanlar, küçük çocuklar gördüm. 'Umutsuz? deyimini şunu belirtmek için kullandım: Bu yersiz yurtsuz, dağınık insanlar sırılsıklam olmaya karşılık bir yatak bulmak umuduyla kumar oynuyorlardı, içlerinden birçoğu sırılsıklam olduğu halde, yatağı yitiriyordu. Fırtınalı bir gecede yağmurdan ağırlaşmış giysilerle dolaşmak, gıdasızlık, belki bir hatta, belki de bir aydan bu yana et yüzü görmeyen insan bünyesinin öyle kolayca karşı koyacağı bir savaş değildi. Oysa bayrak açıp, gece sabaha dek Londra sokaklarında dotaşm6ak, başka hiçbir şeyle denk tutulamazdı. Hele insan açsa, giysisi sağlam değilse ve de sırılsıklam ıslaksa. Ancak çekenler bilir bunun ne demek olduğunu.
- Saatler geçti uyuyana dek. Yattığımızda saat yediydi. Sokakta oynayan çocukların gürültüsü yarı geceye dek sürdü gitti. Dayanılmayacak, insanı kusturacak denli pis kokuyordu içerisi. Düşleme gücüm tüm çemberlerini kırıp atmıştı artık. Vücudum büzülüyor, tüylerim dikeliyor, çıldıracak hale geliyordum. İnlemeler, homurtular, horlamalar, türlü tuhaf sesler sanki masallarda adı geçen bir deniz canavarı tarafından çıkarılmaktaydı. Zaman zaman korkulu düşlerinde çığlık atanların tiz sesleri, birçoğumuzun uyanmasına neden oluyordu. Sabaha doğru, göğsümün üzerinde ya bir fare, ya da buna benzer bir hayvanın ağırlığıyla uyandım. Uykudan uyanıklığa geçilen o kısacık anda öyle bir haykırdım ki, sesim ölüleri bile uyandırabilirdi. Tabii bu durumdan sonra canlı olanlar uyanıp, bana ağız dolusu kaba sövgüler sıraladılar.
- Saat sekizde çay ve hastane artıkları verilen bodrum katındaki bir odaya gittik. Artıklar, anlatılmaz bir karışıklık içinde bir tepsiye yığılmıştı. Ekmek parçaları, topak topak yağlar, yine yağlı domuz eti, kızarmış etlerin derileri kısacası önümüze sürülen bu yiyecekler çeşit çeşit ve çoğu bulaşıcı olan hastalıklardan acı çeken kişilerin yiyemedikleri artıklardı. Çalışanlar bu süprüntülerin içine ellerini daldırarak ayıklamaya başladılar. Parçaları gözden geçiriyor, özenle bakıyor, beğenmediklerini bir kıyıya bırakıp, beğendiklerini mideye indiriyorlardı. İç açıcı bir görüntü değildi bu, domuzlar bile kendilerine verileni yerken bundan daha pis bir biçimde davranamazlardı. Fakat açtı garipler. Yabani hayvanlardan farksızdı artıklara saldırıları. Yiyemeyecek duruma geldikleri zaman, geri kalanları mendillerinin içine doldurup, çıkınlarını gömleklerinin içine sakladılar.
- Gecenin daha erken saatlerinde Piccadilly yakınlarındaki Leicester Alanı?nda elli-altmış yaşlarında gerçek bir yıkıntı kadın ilişti gözüme. Görünüşüne bakılacak olursa, ne yağmurdan kaçmak, ne de yürümek için gücü vardı. Eline geçen her fırsatta aptalca yolun ortasında duruyor, yanılmıyorsam gençlik günlerini, kanının kaynadığı günleri düşünüyordu. Oysa bu fırsat fazla verilmiyordu çaresize. Her duruşta, polis yürümeye zorluyordu onu. Bir erkeğin attığı adımı, ayaklarını sürüyerek altı adımda atabiliyordu ancak, Sabahın üçünde St. James Sokağı?na dek gelebilmişti. Saat dördü vurduğu zaman onu Green Park?ın demir parmaklıklarına dayanmış, horkaya horlaya uyurken gördüm. Tam o anda zorlu bir yağmur yağıyordu ve çaresiz yaşlı kadın sanırım iliklerine dek ıslanmıştı.