Carl Gustav Jung
- Doğum: 1875
- Ölüm: 1961
- İsviçreli psikiyatr, analitik psikolojinin kurucusu. Derinlik psikolojisinin üç büyük kurucusundan birisi. (diğerleri: Freud ve Adler)
Basel Üniversitesi'nde tıp profesörü olan büyükbabasının adını taşıyan Carl Gustav Jung İsviçreli bir papazın oğludur. 1895 yılında Basel'de tıp eğitimi almaya başladı ve 1900 yılında Eugen B... (devamı)
- Carl Gustav Jung tıp ve psikiyatri kökenli bir ruh çözümlemecisidir. Psikolojik tiplemeler, kompleksler teorisi ve sözcük çağrışım testi gibi özgün bilimsel katkıları, günümüz psikolojisi ve psikiyatrisi içinde de yerini korumuştur. Ancak Jung'u bir okul yapan, bütün insan bilimlerine yansıyan türevleriyle sembolbilim alanındaki çalışmaları ve (kişisel/ortak) bilinçdışının dinamiklerini ve görüngülerini irdeleyen yaşam eseridir. Bu katkı antropolojiden teolojiye, psikolojiden felsefeye,etnolojiden sosyolojiye çok geniş bir alanda değişim ve dönüşümlere yol açmış, hatta kuantum fiziği gibi uç doğa bilimlerinde yeni açılımları (örn. eşzamanlılık) öngörmüş, önermiştir.
Kariyerinin dönüm noktası, psikodinamik öğretisinin cazibesine kapıldığı, dönemin aykırı ruhu Sigismund Freud (1856-1939) ile yollarının kesişmesidir. Sonradan kuram ve uygulamasını kısıtlayıcı ve indirgemeci bularak bu büyük ustayla ilişkisini koparmıştır. İki büyük zihnin buluşması da ayrılması da çok gürültülü, bir o kadar da verimli olmuştur.
C.G.Jung, hep zannedildiği gibi, -bir modernite harikası olan- Freud'un öğrencisi olarak tanımlanamaz; Jung oluşunu ona borçlu değildir; ancak onunla ilişkisinden çok şey öğrendiği de inkâr edilemez. Her ne kadar birbirlerini tamamlıyor gözükseler de, Jung'un gnostik-idealistik yaşam felsefesi, -temelde-, ilerlemeci Freudien dünya görüşünün -dolayısıyla da psikoterapötik çözüm kurgularının- antitezidir. İşte tam da bu nedenle, onu geçmek üzereyken, fersah fersah gerilere düşmüş ve bu gerileme "Ruh"un tanımını, Freud'un öğretilerine sığmayacak kadar genişletmiştir.
Jung Freud'dan "fazla"dır; deliliğin, bilinç tarafından "delilik" olarak tanımlanmasına izin verilemeyecek kadar aslolduğunu söyleyen ve "zorlama" aklı başındalığımıza şaşırmamızı sağlayan kişidir. O "Ruh"un gizemlerinin Pinel'idir.
-- M.B.Saydam (Sunuş) - Jung'un yaşam çizgisini,çocukluğundan beri gücüne, zenginliğine, karmaşıklığına teslim olduğu öznel dünyasının tek(il)liğinde hissettiği yalnızlığı, yalıtılmışlığı, aynı zamanda da seçilmişliği, öngördüğü bir insan(lık) nesnelliğine bağlama arayışında betimleyebiliriz.
Bu çaba tekil ve öznel Carl Gustav Jung'u, bir yandan canlı doğa üzerinden cansız varlıklara, diğer yandan Ruh'a ve Tanrı imgesine bağlar.
Ara aşama her iki tarafa doğru da kültür ve ortak bilinçdışı, ara elemanlar ise -elinizdeki kitabın ana temasını oluşturan- arketiplerdir.
-- M.B.Saydam (Sunuş) - İnsan yaşamının esas gailesi, kendi tedavisidir. Yani kendi eksikliklerini tamamlamak, çatışmalarını çözümlemek ve zedelenmişliklerinin ıstırabını azaltmaktır. Bunu başarmak, dünyayı, yeniden ve merkezinde kendisi olmak kaydıyla, yani, "kendi dünyası" olarak tamam etmektir: "Yaratıcılık" dediğimiz, hiç bitmeyecek, yani hiçbir zaman ufkuna ulaşamayacak eylem de budur: "Dünyayı tamam etme eylemi".
(...)
Jung, ikinci bir yaratıcı olarak kendini, yani insanı, anlamı yaratmaya memur ve sorumlu/zorunlu ilan ederken, insanın ve Tanrı'nın iç içe geçtiği, -elbette Hristiyan mitolojisinden ve İsa Mesih imgesinden beslenen- bir dünya görüşünün izlerini sezdirmektedir.
-- M.B.Saydam (Sunuş) - Görüşleri doğru ve tutarlı olan bir amcam vardır. Bir gün caddede birlikte yürürken, beni durdurup şunu sordu: "Zebanilerin ruhlara cehennemde nasıl işkence çektirdiklerini bilir misin?" Ben "Hayır" deyince de: "Onları beklemede bırakır." sözüyle yürüyüşünü sürdürmüştü. "Ulysses"de saban sürmekte olduğum ilk günlerimdeydim, bu görüş dikkatimi çekmişti. Her bir tümce, gerçekleştirilememiş bir beklentiyi ayaklandırmaktaydı, sonuçta tümüyle bir geri çekilişin dışında hiçbir umudun kalmadığı noktaya varıyordunuz, üzerinize çöken dehşet, tam amaçlanan o noktaya ulaştığınızın kanıtı oluyordu.
- Jung, özellikle Joyce'un "Ulysses"indeki sanatsal anlatım gücü karşısında kendini dışlanmış görmekte. Onu, yediyüzotuzbeş sayfa boyunca okurunu -altından ne çıkacak diye- kıvrandıran, yani hor gören ve sonuçta yine de hiçbir şey vermeyen, çok verimli bir üretkenlikle hiçlik üreten bir yazar olarak tanımlamakta ve yakınmakta.
- Kapı çatlaklarından, anahtar deliğinden süzülüp gelen dış görüntü ve seslerden çok, kendi iç dünyasına, tekil söyleşisine çevirmiştir tüm dikkatini o. Dublin her yerdedir ve hiçbir yerdir onun için. Tıpkı "Odysseus" sözcüğünün, "Outis" ve "Zeus", yani "Kutsal Hiç Kimse" anlamını taşıdığınca...
- Ulysses gibi, sürgün etmişti insanların, ana-babasının bile dünyasından kendini, Dedalus denli de kurnazlık doluydu kafası üstelik. "O yalnızdı. Kimsenin ilgisini çekmiyordu, mutluydu, yaşamın yüreğine de yakındı."
En başta şunun bilincine varmıştı Joyce... Kimse kimseleri görmüyor ve tanımıyordu gerçekte, kendi kendini bile. - Yaşam öyküsü sayılagelmiş bir yapıtında şöyle yazıyordu Joyce: "Yalnız kalmaktan, bir başkası için terk edilmekten ve bırakabileceğim neyim varsa bırakmaktan korkmuyorum. Bir yanlış yapmaktan korkmuyorum, büyük bir yanlış yapmaktan bile, yaşam boyu bir yanlış, belki sonsuz denli uzun bir yanlış..."
- Unutmamak demek, bilincinde olmak demektir. Eğer düşman görüş alanımın içinde değilse, belki de arkamdadır, ki bu daha da tehlikelidir.
- "Bir şeyi anlamak yola dönüşün köprüsü ve olanağıdır." (Sayfa 99 - Kaknüs Yayınları)