- Sevgilim! Beni böyle dostsuz bırakma; benden uzağa gitme; beni yalnız bırakma! Benim zavallı canım, insafın bulunmadığı bir yerde insaf dilenmeye geldi; beni, insafsız ayrılığa bırakma! Sen hekimsin; belki zamanın İsa'sısın! Gitme; bizi böyle hasta bırakma! Sen bana; "Mağara dostumsun!" dedin; beni mağarada böyle yalnız başıma bırakma! Sana, bir gece ayrılık çok az bir şey görünür ama, o ayrılığı bir de sen bana sor da, benim için çok uzun olan ayrılığa bırakma. Az da olsa, gönlüme ateş düşürme; az da olsa, onu önemsiz sayma; beni bırakma! Nefsim, bitti gitti. Fakat, beni bir kerre daha dinle; beni bu sefer bırakma! Hz. Mevlâna Divân-ı Kebir
- Sevgilin yoksa ne diye aramaz, istemezsin? Sevgiliye kavuştuysan ne diye neş'elenmezsin, çalıp çağırmazsın? Eşin seninle uzlaşmıyorsa niçin sen, o olmuyorsun? Rebap feryad etmiyorsa ne diye kulağını burmuyorsun? Abû-Cehil'lik, sana perde oluyorsa neden savaşmıyorsun Abû-Leheble, Abû-Cehil'le? Bu ne şaşılacak iş diye tenbel-tenbel oturakalmışsın; böyle şaşılacak bir havaya uymadığın için asıl şaşılacak kişi sensin. Dünyanın güneşisin sen, neden gönlün kara? Bir daha tutulmasan, tutulacağın yere varmasan olmaz mı? Bir daha altın kesesine tamah etmiyesin diye altın gibi potanın içine girmiş, potaya tutulmuşsun, eriyip durmadasın. Birlik, birdir diyenlerin bekâr odasıdır; sen ne diye Tanrı'dan başka ne varsa hepsinden de canını bekâr etmez, herşeyden vazgeçmezsin? Sen hiç iki Leylâ'ya gönül vermiş Mecnûn gördün mü? Neden bir yüzün, bir yanağın havasına düşmezsin ki? Varlık gecende pusuya girmiş, gizlenmiş öylesine bir Ay varken geceyarısı ne diye duaya koyulmaz, yalvarıp yakarmazsın? Yeni şaraba düşmedin, çok eski bir sarhoşsun amma Tanrı şarabı, seni kavgaya, gürültüye götürmez. Benim şarabım aşk ateşidir, hem de Tanrı elinden sunulmadadır; canını böyle bir ateşe odun etmiyorsun ha, yaşayış haram olsun sana. Söz, dalgalanıp duruyor amma onu dudakla değil de canla, gönülle anlatmak daha iyi. Hz. Mevlâna Divân-ı Kebir - c. III, s. 343. K.B. yayınları
- Bana nasılsın diyorsun; ne bileyim ben. Nerdensin, kimlerden diye soruyorsun; ne bileyim ben. Hangi koca sağrakla* böyle sarhoşsun, böyle mahmursun diyorsun; ne bileyim ben. O dudakta ne var ki o dudak yüzünden böyle tatlı dillisin diyorsun bana; ne bileyim ben. Şu ömrümde diyorsun bana, yaşamaktan, gençlikten daha iyi ne gördün? Ne bileyim ben. Onun yüzünde Âb-ı Hayat gibi bir ateştir, gördüm; fakat neydi o; ne bileyim ben. O yüze karşı, yıllarca hayran kaldım; beden misin, can mı diyorum; ne bileyim ben. Ben, sensem peki, sen kimsin; sen bu musun, yoksa o mu; ne bileyim ben. Ben kim oluyorum ki böyle düşüncelere dalıyorum? Merhametli can mısın yoksa? Ne bileyim ben. Bana, yolunda oturmuş-kalmışsın diyorsun; yoksa yol gözeten misin sen? Ne bileyim ben. Beni gâh yay yapmadasın, gâh ok; fakat sen okmusun, yay mı? Ne bileyim ben. Ne mutlu andır o an ki bana, can bağışlarım sana desin; bense sen bilirsin derim, ne bileyim ben. Sabırsızlıktan, a Tebrizli Şems derim; böyle misin, öyle misin; ne bileyim ben. * Sürahi, Kâse, Kap Hz. Mevlâna Divân-ı Kebir - c. VI, s. 221. K.B. yayınları
- Küle döndüm ama közde yanmadım, bir gönül ki böyle yanar sanmadım, pınarlardan içtim içtim kanmadım, anladım ki susuzluğum sanadır. Kuluna hem yoldaş arkadaş verdin, hem ana hem baba hem kardeş verdin, sofrasına ekmek verdin aş verdin, anladım ki bu açlığım sanadır. Yollarına ömür serdim dolaştım, toz toprağa çamurlara bulaştım, en sonunda menzilime ulaştım, anladım ki bu çileler sanadır. Yollar gördüm aşk peşine düşeli, eğri doğru dönemeçli köşeli, yollar gördüm sabırtaşı döşeli, anladım ki bütün yollar sanadır. Kullar gördüm semaya el açmada, bin vecd ile bedenden vazgeçmede, kullar gördüm yücelerde uçmada, anladım ki tüm secdeler sanadır. Vicdanımı karalarla bağladım, yaralarım haram ile dağladım, pişman olup yıllar yılı ağladım, anladım ki gözyaşlarım sanadır. Herşey döne döne sana gitmede, yıldızların bile ömrü bitmede, tüm kainat hamdü sena etmede, anladım ki bu dönüşler sanadır. Bazen bir kitapsın, kulun elinde, bazen ilâhisin âşık dilinde, binbir ses gibisin gönül telinde, bu şiirler, bu besteler sanadır. Hz. Mevlâna Divân-ı Kebir
- Ateşine atıldım; yandım-yakıldım da dumanım tütmedi... Ateşine su serptim; fayda etmedi. Gönlümü binlerce kez sınadım, denedim; seninle buluşmaktan başka hiçbir şey hoşnut etmedi. Gönlümün aşktan çektiğini kimsecikler çekmedi... ateşte gönlümün verdiği kokuyu ödağacı bile vermedi. Bu kul dedim, gönlünü aşka rehin vermedi mi. Sevgili, evet dedi; verdi, verdi ama tez vermedi. Âh gördün ya; bu suçun bana ettiğini sivrisinek bile Nemrud'un * başına-beynine etmedi. Lâ'l dudakların hastalara İsâ'dır ama bir türlü benim hasta gönlüme bir sağlık vermedi. Canım oklar atan bakışlarından yaralanmadı; çünkü senin güzelim saçlarından başka bir zırha, çukala ** bürünmedi. Çayırı-çimeni kıskandıran güzelliğinin, alımının tadı-tuzu, bu kulun ciğerinden başkasını tuzlamadı. Yeter? sus... Sevgilinin gamı definedir ama o defineyi, şu altınla bezenmiş yüzden başkası da övemedi. Hz. Mevlâna Divân-ı Kebir - c. VII, s. 304. K.B. yayınları * Araştırınız: Nemrud ve Sivrisinek Efsanesi ** Eskiden savaşta atlara giydirilen zırhlı örtü ki bir çeşidini savaşçılar da giyerlerdi.
- Senin yüzünü görmedikten sonra tut ki yüzlerce dünya görmüşüm; ne çıkar? Senin sözün olmadıktan, senden bahsedilmedikten sonra tut ki sırrın da sırrını duymuşum; ne faydası var? Seni ne Âdem rüyasında gördü, ne soyu-sopu; güzelliğini kimlere sorayım, tut ki herkese sormuşum, kim anlatacak? A gözlülerden bile gizli olan, seninle buluşamadıktan sonra tut ki cennette ebediyim, hurilerle eşim, devlet yâr olmuş bana; ne anlarım bunlardan? Her an, senin şekerler gibi tatlı öfkeni görmedikten, ballar gibi tatlı nâzını çekmedikten sonra tut ki mana padişahlarına bile nazlanmışım, onlar bile nâzımı çekiyorlar; ne fayda? Ayrılık bulutu senin ay yüzünü örttükten sonra o bulut, tut ki başıma inciler, mücevherler yağdırmış, ne kârım var? Sarhoşlara mum da senin yüzün, sevgili de; yüzünü görmedikten sonra her yan, yüzbinlerce şarap küpüğüyle dolmuş, ne çıkar bundan? Hızır, ben yokken senin yüzünü görürse eyvahlar olsun bana; fakat yüzünü görmezse tut ki her an âbıhayat içiyor; ne faydası var? Şu aşağılık büyücü karı, şu dünya, mademki yokolup gidecek bir gün; tahtını, bahtını, dünya hazinelerini bana bağışlamışlar say; ne olur ki yani? Tâ önüne ön olmıyan demde gerçeklerin canları, senin yoluna dökülüp saçılmış; yüzünü görmedikten sonra tut ki bu saçları ben toplamışım; elime ne geçer ki? Şu can Mısır'ımın azizi, senin yüzünü görmedikten sonra tut ki iki günde bir şeker dudaklı bir Yûsuf satınalmış; ne çıkar bundan? Derdimden, çakmak taşıyla demirden her an, bir kıvılcım çakıp durmada; o kıvılcım çakmazsa gök gürlemiş şimşek çakmış bana ne? O deli-divaneyi bir gececik şu zincire konuk et; senin saçlarına sarılmaz, onları dağıtmazsa tut ki kendisi darmadağan olmuş; ne işe yarar? Senin aşkın yüzünden bütün dünya, kötülüğümü söylese pervâm yok; tut ki bir gerçek hakkında binlerce yalan söylenmiş, bir doğruya yüzlerce iftira edilmiş; nolur yâni? Ayrılığınla iki dünyada da en mazlûm biri varsa o da benim; artık zâlim, tut ki seni mazlûmundan feryat ediyor varsın etsin. A Tebrizli Şems, mahallenin köpeklerinden söz açmazsam tut ki dünyadaki arslanları övmüşüm, ne çıkar bundan? Hz. Mevlâna Divân-ı Kebir - c. III, s. 447. K.B. yayınları
- Demedim mi sana, gitme oraya, seni tanıyan, bilen benim ancak; şu yokluk serabında yaşayış kaynağı benim ancak. Kızsan da bin yıllık yola gitsen de sonucu gene bana gelirsin, varacağın yer benim ancak. Demedim mi sana, dünya hallerine, dünya şekillerine râzı olma; senin râzı olacağın otağın şekillerini düzen benim ancak. Demedim mi sana, deniz benim, sen bir balıksın, karaya, kuruluğa gitme, arı-duru denizin benim ancak. Demedim mi sana, kuşlar gibi tuzağa gitme; gel ki, kanatlarına uçuş gücünü veren benim ancak. Demedim mi sana, yol kesenler var, seni soğuturlar bomboz ederler; havandaki ateş de benim, ıssılık da benim ancak. Demedim mi sana, kötü huylar verirler sana; beni kaybedersin; halbuki senin arı-duru kaynağın benim ancak. Demedim mi sana, kulun işi-gücü hangi sebeple düzene girer acaba deme; sebepsiz-cihetsiz yaratıcı benim ancak. Gönlünde bir ışık varsa bil bakalım, nerde evin yolu; Tanrı huyluysan eğer bil ki ev sahibin benim ancak. Hz. Mevlâna Divân-ı Kebir - c. III, s. 250. K.B. yayınları
- Şarapla sarhoşsan neden coşup köpürmezsin? Şarabın yoksa ne diye haber vermezsin? Can Mesih'inden üç-dört kadeh içtiysen niçin dördüncü kat göğü aşmazsın? Sarhoş olduğun kişiden ne diye ayrılırsın? Başına sersemlik veren adamdan niçin kaçınıp çekinmezsin? Güneş gibi niçin külâhını yana eğmezsin? Ay gibi kendi ışığından ne diye kemer kuşanmazsın? Evveline evvel olmıyan güzellik güneşi, kılıç vurdu mu lâ'l mâdeni gibi neden canını, gönlünü o kılıca siper etmezsin? Şeker kamışı gibi sen de o nefesi güzel lâ'l dudakların lezzetini tattıysan ne diye ona dönmezsin, ne diye dünyayı şekerlerle doldurmazsın? Bulut gibi sende o denizden gebe kaldıysan ne diye ona benzemezsin, ne diye yeryüzünü incilere gark etmezsin? Bir gül bahçesine benziyen yüzünden gül yüzlüler coşup duruyorlar, namussuzun biri değilsen niçin bakıp görmezsin? Bak da gör, bağda-bahçede yeşiller giyinmiş dilberler, elbiseler, kaftanlar bağışlayan padişahın tapısına geldiler, sen de ne diye yola düşmezsin? Yaşayış baharından hırka giyinmişsen, elinde ondan bir secere varsa niçin ağaç gibi sen de gönlündeki gizli şeyleri belirtmez, ortaya dökmezsin? Mademki dünya yok-yoksul kişiye itibar etmiyor, ne diye yokluk meclisinde muteber bir geçime dalmazsın? Hz. Mevlâna Divân-ı Kebir - c. III, s. 344. K.B. yayınları
- Allah korusun can kuşunun kafesinin demirden olmasından, Allah korusun, Zümrüdüankaa'yı, şu daracık yuvada kalmaktan. Ağzını yum, sus; çünkü sonsuz bir söze sahipsin sen; bir kulağa, bir akla söz söyle ki onun da sonu olmasın, ölümsüz olsun. Öyle bir aşk gerek ki bana; bir kımıldadı-kalktı mı, her yanda ateşlerle dop-dolu kıyâmetler koparmalı. Bir gönül istiyoruz ki cehennem gibi olmalı, cehennemi bile yakıp yandırmalı; denizin dalgasından kaçmamalı, yakmalı-kavurmalı yüzlerce denizi. Gökleri bir mendil gibi dürmeli avucunda; zevalsiz * ışığı bir kandil gibi asmalı gök kubbeye. Bir timsah gönlüyle arslan gibi savaşa girmeli; kendinden başka kimseyi komamalı; sonra savaşmalı kendisiyle de. Gönlün yediyüz perdesini, ışığıyla yırtmalı da Arş'tan ses gelmeli ona: Mâşââllah-Mâşââllah. Yedinci denizden Kafdağına yüz tuttu mu o, o denizden nice inciler-mercanlar saçmalı yeryüzünün eteğine. Hz. Mevlâna Divân-ı Kebir - c. V, s. 396-397. K.B. yayınları
- A benimle dün, kavgaya girişen; benimle şarab içen, coşan. A can, dün geceki vuslat hakkıyçin böyle öfkeyle muâmele etme bana. Kulunun bir kötülüğünü söyledilerse gizleme benden; söyle bana. Bugün sen mi daha güzelsin, ben mi daha güzelim? Bensiz nasılsın, benimle olunca nasıl? Hayır-hayır; ben-sen deme; bırak bu lâfı; seninle benim bir ayrılığım yok ki zâten. Sensiz, göğün tâ üstündeydin sen; yıllar boyunca da ben, bensizdim. Ben derideyim, sense üzüm gibi tatsın, sudan ibâretsin; ben nerdeyim, sen nerde? O Hâtem-i Tayy,* nekesliği bıraktı; cömertlik kapısını açtı da benim-ben dedi. Bense nekesliği** de bağışladım-gitti, cömertlği de; cömertlikte Hatem'den de ileriyim ben. Sen, güzel yüzlü lâtif bir cansın; ben de o güzel yüze karşı bir ayna tutanım. Biz mi daha sevinçliyiz, sen mi can? Biz mi daha arı-duruyuz, mâdenin gönlü mü? Hz. Mevlâna Divân-ı Kebir - c. V, s. 330. K.B. yayınları * Hatem-i Tai cömertliğiyle Ünlü Arap şairi ve kabile reisi. Altıncı yüzyılın sonunda, yedinci yüzyılın başında yaşamıştır. İsmi Abdullah bin Sa?d?dır. Çok cömert olduğu için ?Hatem?, Tayy kabilesinin reisi olduğu için ?Tai? lakabı verilmiştir. Çok cömert idi. Kabilesinin yerleşmiş olduğu yerin etrafındaki tepelere ateş yaktırarak, yolunu şaşıranların kendisine gelip misafir olmasını sağlardı. ?Hayra verilen mal, israf olmaz.? derdi. Hatem-i Tai, Arap, İran ve Türk edebiyatında zenginlik, cömertlik, hayır severlik timsali olarak kullanılır. ** Daha çoğunu verebilecekken vermeyen, daha çoğunu söyleyebilecekken söylemeyen. Eli sıkı.