- Ey görülmemiş işler başaran, duyulmamış sanatlar meydana getiren, bir an olur, güldürürsün, bir an gelir, ağlatırsın insanı. Aklı olan, kötü iş etti diye gücenmez sana, incinmez senden; hiç karanlık, Ay'a darılır mı, hiç tiken, gülden incinir mi? Artık sen gönlü cennet say, dile gelen sözleri de cehennem; şu düşünceyse günahıyla sevabı bir olanların yeri, A'râf. Hz. Mevlâna Divân-ı Kebir - c. II, s. 187. K.B. yayınları
- Baş gözü, gam ne kadarsa o kadar ağlıyabilseydi geceleri de ağlardı, gündüzleri de. Gökyüzü, şu ayrılığı duysaydı, ağlasaydı yıldızlar da ağlardı, güneş de, Ay da. Padişah, bu çeşit, tahttan indirileceğini bilseydi kendine de ağlardı, tacına, kemerine de. Gerdek gecesi, ağlardı öpüşmelere, ağlardı koçuşmalara şu boşanmayı görseydi. Lâ'l şarab ağlardı küpe, ağlardı şişeye şu mahmurluğu görseydi. Gül bahçesi, şu güz mevsimini duysaydı anlasaydı ağlardı gül yaprağı ter ü tâze gül dalında. Uçan kuş, şu avlanmadan haber alsaydı kolu-kanadı gevşerdi, ağlardı da ağlardı. Hüneri, sanatı aldatmasaydı Eflâtu'u, bağırırdı-ağlardı hünere, sanata. Pencerenin ölüm dumanından haberi olsaydı pencere de ağlardı, duvar da, kapı da. Gemi, denizde salına-oynıya gidiyor ya; şu tehlikeyi görseydi ağlardı. Şu potanın ateşi görünseydi mal-mülk sahibi ağlardı gümüşünün-altının haline. Rüstem bile savaşa ağlardı, gücüne-kuvvetine ağlardı anlasaydı bu sitemi. Şu ecelin kulağı sağırdır, feryâdı işitmez, duymaz; yoksa ağlardı kan kesilen ciğerlere. Şu ölüm cellâdının gönlü yoktur; olsaydı da tek taş olsaydı yine ağlardı. Sağken görselerdi ölümü, el-ayak, ağlardı birbirinin haline. Kıvranıp can çekişirken görseydi, ağlardı dişi keçi, erkek arslana. Yeryüzü, çocuğunu yiyen bir ana; öyle olmasaydı ağlardı oğlunun ölümüne. Ölüm acısıyla tatlı canının nasıl veriyor; bir görünseydi ağlardı şeker bile. Kumru, ardıç ağacının kökten söküleceğini bilseydi bırakırdı ötmeyi-dem çekmeyi de ağlardı. Tabutun şu kefenden haberi olsaydı ağlardı götürülürken yollarda. Yeni doğmuş çocuk, dünyaya geldiğine ağlar durur; aklı olsaydı daha önce ağlardı, daha çok ağlardı. Aklı olmadığından susar, ağlamaz çocuk; aklı olsaydı ağlardı öküz bile, eşek bile. Bütün acılıklardan, o tatlı dilberimiz de bir çare bulsaydı, ağlardı yağmur gibi. O tatlı dilber ölüm acılarını tattı; neler gördü, neler; gördüklerine ağlardı o gözün sahibi de. Benim dostum giden; giden gitti artık; nerde bu habere ağlıyacak bir haber? Ciğerine zehirli bir ok saplandı; kalkana kaçtın amma kalkan da ağladı. Öylesine topraklar altındayım ki şu dünya alt-üst olup ağlasa yeridir bana. Kendine gel de sus, bir tek görüş sahibi bile yok; olsaydı ağlar-ağlardı. Tebrizli Şems gitti; nerde o insanların övündüğü insana ağlıyacak biri? Anlamlar âlemi, onun yüzünden düğün-dernek etti; fakat ağladı şu şekiller, onsuz kalınca. Dünyanın, şu gözden, şu kulaktan başka bir gözü, kulağı olsaydı ağlardı o göz, ağlardı o kulak. Hz. Mevlâna Divân-ı Kebir - c. IV, s. 271-272. K.B. yayınları
- Batıdan Güneş doğdurmak, o tarafa ait gönüller için iş bile değil.
- Nefisle büyük savaşa giriş; padişah, ere bu yüzden ecir verir, ücret bağışlar. Ondan yağmur gibi taş yağsa sana, gene de aşk şişesini kırma; çünkü gelir akçenin değeri, imtihan taşıyla belli olur ancak.
- Ne ateşimize tercüman olursun, ne gönlümüzdeki sırlarımıza bir dil kesilirsin. Ne seher çağı çekilen ah, derdimize mahremdir bizim; ne de ahımıza hemdem bir can bulunur bizim. Ne denizden çıkan inciyiz biz; ne bir zamancağız dinlenen deniz. Ne bir sözden çıkan anlamız biz; ne anlatmaya sığan sözüz biz. Dil, anlamlara bir oluktur âdeta; fakat nerden sığacak oluğa deniz? Can dünyasının her parçası bir dünyadır; dünya, asla ağıza sığmaz. Hz. Mevlâna Divân-ı Kebir - c. VI, s. 354. K.B. yayınları
- Senin için canlar feda ettik, senin için dil yaraları çektik. Ateş gibi kınamalar duyduk, o oklardan atılan, ciğerlere işleyen oklara amaç olduk. Gönlümüzü çıkarıp tapına getirsek ona, kanlarla dolu bağışlar bağışlarsın. Düşman, hakkımda kötü sözler söylediyse sana, a benim ay yüzlüm, bu çeşit sözlerden başka ne söyleyebilir ki düşman? Gel a bütün güzellerin güneşi, lâ'l madenleri, ancak lûtfunla güler. Sensiz, bütün kârımız ziyandır; fakat sen oldun mu bütün ziyanlar, kâr kesilir. Senin şekerin hakkında kötü zanlara düşene bu kötü zannı, öldürücü zehir olarak yeter zaten. Hz. Mevlâna Divân-ı Kebir - c. VI, s. 115. K.B. yayınları
- A kapımızı çalan, evin ışığısın sen; buyur; gönül evi senindir, ev sahibi sensin. Ev, seninle ışımada, seninle aydınlanmada; gönül de senin yurdun, can da; sen nerdesin? Gel, gir içeriye. A evlerde, yetişmiş güzel, a adamı deli-divâne eden dilber, a baştan başa güzellik; kimsin sen? Gel gir içeriye. Hz. Mevlâna Divân-ı Kebir - c. IV, s. 309. K.B. yayınları
- Bahçeye, gül bahçesine gidiyorum; sen istersen gelme, gidiyorum ben. Yüzü olmadıkça günüm kapkara; aydın mumu bulmıya gidiyorum. Can aşktır bana, önden gidiyor; ben diyor can, bedensiz gidiyorum işte. Can bahçesinden elma kokusu geliyor bana; sarhoş oldum, elma yemiye gidiyorum. Bana orada ölümsüz bir yaşayış, ebedi işret var; işret etmeye, yaşamaya gidiyorum. Her yelle yerimden oynamam; çünkü onun yolunda dağ gibi gidiyorum, demir gibi gidiyorum ben. Ayrılıktan yenimi-yakamı yırttım; onun peşinden etek gibi gidiyorum ben. Görünüşte yağım amma gerçekte ateşim; ateşe gidiyorum yağ gibi. Dağ gibi görünüyorum amma zerre-zerre pencereye doğru gidiyorum ben. Hz. Mevlâna Divân-ı Kebir - c. IV, s. 235. K.B. yayınları
- Görüyorum ki cefa etmeyi kuruyorsun, etme. Bizi azarlamıya niyetleniyorsun; bizden ayrılmıya hazırlanıyorsun, yapma. A benim iki gözüm, köpürüp kükremiş arslan gibi kıskançlık çayırında ne diye kanıma giriyorsun? Girme. Bahtımı, kalem gibi başaşağı tutmadasın, tutma. Belimi "dal" gibi ikiye bükmedesin, bükme. A güzelim, sen tamamiyle Tanrı lütfusun, Tanrı ihsanısın, böyle olduğu halde tutuyorsun da kendini Tanrı azabı, Tanrı kahrı haline getiriyorsun; yapma. Lütfunla, kereminle gönlümü aldın, lütfunu, keremini eş ettin gönlüme; sonra ne diye bu lûtuftan, bu keremden ayırırsın onu, etme. Güzel yüzünün sayesinde şah olan piyadeyi tekrar neden gamla mat eder, yoksul bir dilenci haline getirirsin? Getirme. Yüzünün ışığıyla dolunay haline gelen kulu, neden dertlerle yeni Aya döndürür, iki kat edersin? Etme. İster kâfir olsun, ister mümin, hepsi de senin havana düşmüş; ne diye tutar da kâfirle savaşırsın? Savaşma. Musa gibi kendinden geç, sopa gibi sus; Tur dağı gibi neden ses verip duruyorsun? Verme. Hz. Mevlâna Divân-ı Kebir - c. II, s. 400. K.B. yayınları
- Bizden beziyorsun, sıkılıyorsun, etme bu işi; kızıyorsun, yüz çeviriyorsun bizden, çevirme. Kendi kârını düşünüyorsun, kendi faydanın kaydına düşmüşsün, bizim de ziyanımızı istiyorsun; hiç kimsecik kâr etmedi bundan, ziyan ediyorsun sen de, etme bunu. Bundan böyle ziyanımızı istememiye râzı oldun, fakat etme; kimin; kimlerin râzı olması için bu işe katlanıyorsun? Şarap yerine gam sirkesi veriyorsun, verme. Ne diye derede kan ırmağı akıtmadasın? Akıtma. Yüzümden zevk, neşe sevincini gideriyorsun, giderme. Başkalarına yüzümü hedef tutuyorsun, tutma. Hem mazlum öldürmedesin, hem acınmada; yol vuran da sensin, feryad eden de sen, etme. Elim, ayağım, hiç bir işe yaramıyor, çünkü sevgilinin sarhoşuyum; bırak sarhoşu yıkılıncayadek, ne diye çekip duruyorsun? Çekme. Diyorsun ki: Gel, sana sabrı çoban edeyim; kuzuya ne diye kurdu çoban edersin? Etme. Gündüzün zahitsin, geceleyin zahitleri öldürürsün; bu gece uzlaşma, barış gecesi, fakat gene de o işi yapıyorsun, yapma. A güzelim, dostlar, kıskançlıktan birbirlerine düşmen kesildi; bu dostu ne diye öbürüne düşman edersin? Etme. Şarap içme diyorsun, şarap vermiyeceksen ne diye mahmuru, dudakları kupkuru bırakırsın? Yapma bunu. Dümdüz, ok gibi yürü, havamızda uç diyorsun; pek âlâ fakat doğru oku ne diye tutar da bükersin, yay haline getirirsin? Etme bu işi. Sus diyorsun, fakat beni susturmıyan da gene sensin; her kılımı, aşkınla bir dil haline getirirsin, getirme. Hz. Mevlâna Divân-ı Kebir - c. II, s. 399. K.B. yayınları