- Eksiklik duymayan tamlığı nerden bulacaktı?
- Hayat akar, yol ve yön değiştirir derler, insan değişir yol ve yönelim değiştirir derler. Bütün bunlar bence meselenin değişmesi, ortadan kalkması veya artık mühim sayılmamasıdır. Yoksa ne hayat gibi muhkem bir şey akar, ne sana bakıp da yol yön değiştirir. İnsanı ahret bile değiştiremez. Zebani dilini çekmeye gelse kişi ancak ahlakının elverdiği ile seslenir de aman diler. Gençken duyulan keder sonra hangi şifalı suyu buldu da içti? Hangi su, lekeleri çıkardı? Yaşamaya alışan köşesine çekildi; feryat edene, başka türlü söyleyene, sokaktaki köpeğe havlayan bir ev köpeği olamadı. İnsan zaten dertli değildir, derdin kendisidir. İnsan öyle büyük bir derttir ki bu büyüklükte bir şeyin kendine sığacağını aklına getirmez de bunu dünyanın, hayatın derdi sayar. Hayat, o durgun, kibirli suyunda kendisine bakan bu çirkin heyulaya bakıp bakıp ?Bu herhalde benim?? der. Bu dert de ona yeter.
- Rüzgâra, ota ve yağmura müthiş bir kederle bakardı, güneşe ve alacakaranlığa yine kederle bakardı, kar yağdığında ayrı bir keder, bahar geldiğinde canı yanmış gibi ayrı bir keder duyardı.
- Kızılderililerin arasında yaşayabilirdim ya da budist rahiplerinin, çöl araplarının arasında da yaşayabilirdim ya da alkolik Finlilerin, Sibirya?da tundra bölgesinde, en yakın komşunun yüz yetmiş kilometre uzağında yaşayabilirdim ya da bir Afgan çadırında, Fas?ta beyaz badanalı bir eve sapsarı bir sokağın köşesinde kırk yıl durup bakabilirdim ya da okyanusa hiç hayal kurmadan, bir Pasifik adasında dünyadan kaybolmuş ve ahreti yokmuş gibi ağaç gölgesinde oturarak ölümü bekleyebilirdim ve bundan bir lezzet de duyabilirdim, Günay Afrika?da çalıların üstüne bırakılmış kıyafetlerin birini giyip oturup kalabilirdim dünyadaki başka payımı aramadan, Lübnan?da ömrüm boyu ocağın başında kahve cezveleri sürerek durabilirdim, arada bir portakal çiçeği kokusu alırsam ne ala, İsveç?te sırf eşcinsellerin müdavimi olduğu bir barın iri yarı fedaisi olabilirdim, gözlerimde ne kadar dişlesem dünyanın tüketilemeyeceği duygusu, ellerimde her sabah itip uzaklaştırmaya çalıştığım geniş boşluk, bakıp bakıp kopkoyu bir bakışsızlığa düşebilirdim, bilirdim ki kim nereye düşerse düşsün sonra kalkıp evine gider, insan düştüğü yerde, yaralandığı yerde, bittiği yerde değildir, bunların hepsi evdedir, ev görmeye bu yüzden dayanamam, Cezayir?de aklı başında bir tane adam görmeden yaşayabilirdim kırık dökük her tür eğretilik içinde, Polonya?da en soğuk gün akşamüzeri sokağa çıkıp da bir iyi yürümezsem namerttim, hiçbir satıcıdan selam almasam da Portekiz?de, hele Portekiz?de, okyanusa bakabileceğim yosunlu bir sandalye bulsam ömür boyu oturabilirdim, durabilirdim, ama işte iki sokak ötede oturamazdım, duramazdım. Zaten bunlar oturmak ve durmak için değildi. Ama işte bütün hatıraları, cetvelleri topladım, iki sokak sokak öteye taşındım.
- Hayatla her anlaşmaya varan, varamayanın kederini artırır, onun garipliğine bir ilmek daha atar. Dünyayı her makul bulan onu ayıplayanı yalnızlaştırır, tuhaflaştırır, şartlarını her kabul eden ve ona göre davranan, yaşamada şart olmayacağını düşünenin önermesini daha da gizler, daha da bulunmaz yere saklar ve bunu arayanı da gitgide azaltır.
- Şehirdeki ışıklar bir filmdekine benzetilince ve o filmdeki sahnelere yaklaşınca keder veriyordu, filmi bilmeyen mikrop kapmamış gibi rahattı. Kendi derdini şairinkine benzeten, bakışını dizeleştiren hastalanmış gibi oluyor, elindeki kahve ve süt soğuyordu. Havuzlar, fıskiyeler, meydanlar, ışıklar, hastaneler, barlar hep geçmiş ve söylemiş olanların bilgisi ile ağırlaşıyor ve görüntüleri içe düşen akisleri başkalaşıyordu. Aslında gerçekte belki beş kişi hastalanmıştı, belki on kişi görmüştü ama bu masalı dinleyenler, bu cine inanmış ve o geceye tapınmıştı. Rimbaud deniyordu, Baudelaire, Lautréamont, onlar belli ki çarpılmıştı da sonrakiler ve şimdikiler cin görmeden cinin sanrısına çarpılmıştı.
- "Bir hatadır oldu; yaşıyorsun- bunu gizleyeceğine, niye ortaya çıkarmak için didiniyorsun ?"
- " En canınızdan bezip "benden bu kadar," dediğiniz anlarda, bir oyunbozan çıkar ortaya. Kendinizi yok etmeyi, en azından yok saymayı düşündüğünüz bir anda, birisi bir kahve ısmarlayıverir; ve bir kahveye fit olup, yaşama devam etmeye karar verirsiniz. Değişen bir şey yoktur tabii- ve bu kimse yeni biri de değildir. Bu, iyi niyetli olduğu sanılan, o anda yaptığının farkında olmayan insanlar yüzünden yüzlerce intihar önlenir; yüzlerce kopuk yaşam, çürük de olsa yaşamınızın rengine uymayan renkte iplikle dikilir. Önüne bakıp da renk farkını gören, daha fazla dayanamaz; ama nasılsa bu pek sık rastlanan bir şey değildir. Çünkü insan kendisi için yaşamıyor; yığınlar için yaşadığını sanan, hiç yaşamıyor- geriye, bir iğne iplikle peşinizden koşturan birkaç kişi kalabiliyor ancak. Ve tüm uğraşılar, yaratılmaya çalışılan şeyler, öğrenilen sözler, başka kimseler tarafından beğenilmek bile, bu birkaç iplikçi için. İplikçisi (cep tiyatrosu) olmayanlar da vardır tabii; ama onların dikiş tutacak bir yanları da yoktur. ... Ve bu yaşa geldim, öğrendiğim tek şey, kahve ile şekerin asla bir arada olamayacağıdır."
- "Kolumdaki bu saat var ya, ondan ölesiye nefret ederim. Hiç geri kalmaz çünkü. Beni bu hale getiren odur. Biraz geri kalsaydı, bazı belaları, geciktiğim için savuşturabilirdim. Oysa nereye gideceksem tam zamanında orada bulunduğum için, bela da beni bekler bulurdu. (Savuşturabildiklerim bile tekrar bileniyor.)"
- Akıl ideale varamayınca hicve varıyor.