- Nasıl düşünülür, düşünme denilen şey nedir, bilmiyorum. Düşündüğümü söylediğim vakit söylediklerim, hissettiklerim anlık içe doğuşlar mı, kıskançlıklarım, ele geçiremeyişlerimden duyduğum yeis mi, kendimle ve dış dünya ile çarpıştığımda kucağıma düşenler mi, neler bilmiyorum. Her şey başka olsaydı, ben de bu her şeye dahil mi olacaktım, her şey başka olmasa ben yine başka olmayabilir miydim, değerli olan hangisi, burada değer aranır mı, değer mi?
- Gençliğimde acının pek çok türü ve derinliği ile gerçekte irtibatım, tanışıklığım olmadığından bunları ithal ediyordum. İthal şeyler de malum, daha parlak, daha orijinal, saha şıktır. Kendimi beğenmek için de beğendirmek için de acının parlatılmaya, cilalanmaya, kabartılmaya ihtiyacı vardı. Fiyaka gerekliydi. Fiyakalı bir acısı olanın bunu fiyakalı bir şeye dönüştürebileceği umudu vardı. Yaş geçip, acı yerleşip, ithallerinden kurtulup sahicileşip, tat kekreyip, surat buruşunca bir şeye dönüşemeyen acı artık ancak, sadece, yalnızca, gerçeğe dönüşüyor.
- İnsan kendindeki her kötünün bir fazlasını katlanılmaz, iki eksiğini de mükemmel bulur. Buna inancım tam.
- Anlatması zor ama ben ne neşe bildim, ne dönebildiğim bir hayatım oldu. Baştan sona zehirlenmiş, tüm hayat enerjisi emilmiş gibiydim.
- Geldi yanaklarımı tuttu, gözlerime bakmaya çalıştı. Birden ağlamaya başladım, gözlerimden, burnumdan değil en uzak yerlerimden, çok derinlerden ağlamaya başladım.
- Ben ve bazı benzerlerim şiirin zehriyle ayakta duracak gücü bulamıyor, sallanıp duruyor, her an hasta, her an ölecek gibi, yüzülmüş derimizle ortada duruyorduk. Çok şaşarım şiir sevenlere, okuyup geçenlere, kitabı kapatıp yemek yiyenlere, o bakışla yaşayıp da ölmeyenlere. Şiir sevilmez ki, öyle duyulur, öyle bakılır, hastalanılır, zehirlenilir, ölünür. Şiir sonunda öldürür.
- Hiçbir zaman, hiçbir an kendimi unutup, nasıl göründüğümü yok sayamadığımı, geri çekilip kendime bakmaktan, gördüğümü beğenmeyip ona hayalimdeki şekli vermeye çalışmaktan önümdekini hep ıskaladığımı görüyorum şimdi. "Peki şimdini görüyor musunuz?" diye sormayın, onun da var en az on beş senesi. İnsanın ömrü herhalde bu yüzden uzun, bir halt ettiğinden değil, ne halt olduğunu on-on beş sene de bir anlamasından.
- Kimse sözün önünü, arkasını aramıyor. Tevazu göstererek, tevazu gösterecek şeylerin olduğu varsayılıyor, bilmeyene, tanımayana bu gösteriliyor. Bu tevazu bir çay bardağı aşinalığında her yerde, her elde, her ağızda kabul görüyor. Sanki ezbere yabancı dil konuşma kartları ile konuşur gibi kalıplarla konuşuluyor, ezbere söz tokuşturuluyor, lakırdı çakıştırılarak lafazanlık akşamcılığı yapılıyor. Ezberi kuvvetli olan sohbeti tatlı, muhakemesi kuvvetli ve atik muamelesi görüyor. Gördüğü muameleyi tevazu ile kabul ediyor, "Estağfurullah," diyerek diğer kazançlarının yanına yerleştiriliyor.
- Bu, artık terk vakti gelmiş, vatandaşlığa da kabul etmeyen kırgınlık, kızgınlık, çocuksuluk, naiflik, derin bir hayal gücü ve süresiz yanıklarla dolu diyardan, bu benzerim olmasından dehşete düştüğüm ama hâlâ kaderdaşım demeyeceğim adamın sesiyle, sessizliğin sesiyle uğurlandım.
- Hastalıkların, marazların hep kalpte olduğunu söylüyor ve kalbi temizlemekten bahsediyorlar. Bende kalbimi yokluyorum sık sık; hep ağrılı, vesveseli, gidip gelen buluyorum. "Huzursuz, hüsran duyan kalp," diyorlar; "Benim, buradayım," diyemiyorum. "Allah korusun!" diyorlar. Kendimi nereye saklayacağımı şaşırıyorum.