EMIL MICHEL CIORAN, Filozof, FR:1949, TR: 2013(4.Baskı), Metis Yayınları, Çeviren: Haldun Bayrı, 166 sf.
http://www.kitabinomurgasi.com/2014/02/curumenin-kitabi-emil-michel-cioran.html
(Kuşkuculuk okulunun kurucusu) Pyrrhon'un yanında, kendimi bir Aziz Paul'un yanında olduğundan daha güvenlikte hissederim; nüktedan bir bilgeliğin, zincirinden boşanmış bir azizlikten daha yumuşak olması nedeniyle...
Bir inanç için acı çekmiş olandan daha tehlikeli varlık yoktur: En büyük zalimler, kafası kesilmemiş mazlumlar arasından çıkar. Acı, güç iştahını azaltmak şöyle dursun, onu azdırır.
Tarih, bir Sahte Mutlaklar Geçidi'nden, bir İdeal İmalathanesi'nden, Bahaneler adına dikilmiş bir tapınaklar dizisinden, zihnin Gayri Muhtemel önünde küçülmesinden ibarettir. Akıl Tanrıçası'nın, ulus, sınıf yada ırk fikrinin yol açtığı aşırılıklar, Engizisyon'un yada Reform'unkilerle akrabadır.
Yazılı tarih, en az kendisini yaratan olaylar kadar insanlıkdışıdır.
Fiiliyatımızın kaynağı, kendimizi zamanın merkezi, nedeni ve sonucu zannetmeye bilinçsizce meyilli olmamızdadır. Reflekslerimiz ve gururumuz, teşkil ettiğimiz et ve bilinç parçasını bir gezegene dönüştürür. Ama yaşamak, kendi boyutlarına karşı körleşmektir...İdeal bir şekilde zihni açık, yani ideal bir şekilde normal insan, içindeki hiçlik'ten başka hiçbir şeye tutunmamalıdır.
Fiiliyatın sürmesine neden olan hiçlik bütün mutlaklardan üstün bir kuvvettir; ölümlülerin ölüme karşı sessiz ortaklıklarını izah eder; yalnızca varoluşun simgesi değil, varoluşun ta kendisidir bu hiçlik; her şeydir. Ve bu hiçlik, bu bütün, hayata bir anlam veremez, ama hiç değilse hayatı, olduğu hal içinde sürdürür.
Hayata sarih bir anlam verin: Hemen o an cazibesini yitirir. Hedeflerindeki belirsizlik onu ölümden üstün kılar.
Ölümün ön-belirtisi olan her şey, hayata bir yenilik meziyeti katar, onu dönüştürür ve büyütür. Sağlık, hayatı olduğu halde, kısır bir kimlik içinde muhafaza eder; oysa hastalık bir faaliyettir, insanın sergileyebileceği en yoğun faaliyet; hareket göstermeksizin bol bol enerji sarfetmektir, tamiri imkansız bir gök pırıltısını düşmanlıkla ve tutkuyla beklemektir. Ağır hastalar hiç sıkılmazlar: Hastalık içlerini doldurur, tıpkı büyük suçluları vicdan azabının beslemesi gibi.
Sağlık: Dine karşı kesin silah. Ölümsüzlük iksirini icat edin: Geri dönüşsüz bir biçimde ortadan yok olurdu sema.
Sıkıntıyı hiç bilmeyen kişi, çağların doğuşundan önceki dünyanın çocukluğunda bulunmaktadır hala. Selamet, şarkının ölümüdür, sanatın ve ruhun yadsınmasıdır. Bir ruh, sadece üzerine aldığı tahammül edilemez şeyler'in miktarıyla büyür ve telef olur.
Hayatla dolup taştığı için, Şeytan'ın bir sunağı yoktur: İnsan kendini Şeytan'da çok fazla bulduğu için O'na tapamaz; ondan bilerek nefret eder; kendinden yüz çevirir.
Uğraşsızlar uğraşlılardan daha çok şeyi kavrarlar ve daha derindirler: Ufuklarına sınır çeken hiçbir meşgale yoktur; sonsuz bir Pazar günü doğmuş olan onlar, seyrederler ve kendilerini seyrederler.
Kant'ta artık hiçbir insani zayıflığı, hüznün hiçbir hakiki vurgusunu göremez hale geldiğim an felsefeden yüz çevirdim; Kant'ta ve bütün filozoflarda...
Müzikle, mistik pratiklerle ve şiirle karşılaştırıldığında, felsefi faaliyet, sadece utangaçlarla ılımlıların gözünde itibarı olan şaibeli bir derinlikle ve azalmış bir canlılıkla ilgilidir. Hem zaten felsefe -gayri şahsi endişe, kansız fikirlere sığınma- hayatın baştan çıkarıcı taşkınlığından kaçanların yoludur. Varoluşun içinden açıklamalarla sıyrılınamaz, buna ancak maruz kalınabilir. (Bu cümlelerine rağmen Cioran, bu kitapta yaptığı gibi felsefe yapmaya, uzun yıllar boyunca felsefe kitapları yazmaya devam etmiştir; hayatın ironisi, kimseyi affetmiyor-FNK)
Bütün insanlar zorunlu olarak hem haklı hem haksız olduğu için, her şey aynı zamanda hem gerekçeli hem akılsızca olduğu için, artık taraf tutmayan kişi, kendi adından ve önyargılarından vazgeçmeli, kimliğini ayaklar altına almalı ve yeni bir hayata başlamalıdır; yurtsuzlaşmalı ve sürgünlüğün, keyfince köksüzleşmenin safhalarını birer birer yerine getirerek kimsenin çekinmediği biri haline gelmelidir; "samimileşmiş Sokrates" olan Diyojen gibi.
Hayat, süreye (devamlılığa) sofuca inanmaktadır; rakseden bir ebediyet duygusu, kendini aşan ve güneşle rekabete giren zamandır...
Cesur ve korkak, kendine hayran bir bilincin en üst noktasına varmışlardır: Birine karşı her şey fesat tasarlamaktadır, diğeri için ise her şey lehtedir.
Cesaret ve korku, hayata densizce bir anlam ve ağırlık vermekten, şeyleri nesnel bir akış içinde tahayyül edememekten ibaret olan o aynı hastalığın iki kutbudur.
Zeka ancak inançların kuruduğu, yasa maddelerinin ve davranış buyruklarının gevşediği, kuralların yumuşadığı dönemlerde serpilir.
Yalanlar hiyerarşisinde hayat en ön yeri işgal ediyorsa, hemen ondan sonra, yalan içinde yalan olan aşk gelir; aşkta kendimize başkasında bir vekil buluruz. Bir ayin gibi tasarlanan aşk, hükümran zekayı aptallığın imparatorluğuna teslim eder.
Bizim hayatımız diye adlandırdığımız şey, (benimsenip eskimişler yerine) yapay bir biçimde işlenen sözün yardımıyla durmaksızın modalar yaratılmasıdır; uyduruk sözlerin bu hızlı çoğalması olmasa, son nefesimizi, içinde tarihi ve maddeyi yok edecek bir esnemeyle vermemiz gerekirdi.
Hakikatlerim coşkumun veya hüznümün sofizmleridir. Var olurum, hissederim ve anın keyfince -ve kendime rağmen- düşünürüm. Zaman beni oluşturur; beyhude yere ona karşı çıkarım -ve olurum. Temenni edilmemiş olan şimdiki zamanım cereyan eder, bende cereyan eder; hükmedemediğimden, yorumlarım onu; düşüncelerimin kölesiyimdir, onlarla oynarım, tıpkı mukadderat soytarısı gibi...
Kendisinin de itiraf ettiği gibi Paris Napoléon'u "kurşundan bir manto" gibi bunaltıyordu: On milyon kişinin canına mal oldu bu.
Hayalci fatih, insanların başına gelebilecek en büyük uğursuzluktur; acayip tasarılardan, zararlı ideallerden, tehlikeli hırslardan etkilendikleri için, onu alelacele ilahlaştırırlar yine de.
Belirgin bir kavrayış ya da şeffaf bir ilah önünde soğukkanlı olan kalabalık, doğrulanamayanın ve sahte esrarın etrafında tahrik olur. Tutarlılık adına hiç ölen olmuş mudur ki?
Her nesil kendinden önceki neslin cellatlarına anıtlar diker. Bir tek kişinin baskın çıkmasına, herkesin mağlubiyetine, yani zafere inandıkları andan itibaren kurbanların feda edilmeyi seve seve kabul etmiş oldukları ise bir başka doğrudur. İnsanlık sadece kendini telef edenlere tapmıştır.
Gerileme, bilincin etkisi altında murdar olmuş içgüdüden başka bir şey değildir. Zihnin ışıl ışıl laneti tarafından yürütülmeyen her fiil, atadan kalma alıklığın bir kalıntısını temsil eder. Ruhu güce ve hakimiyete susamışlıkla dolu insanlığın manevi kaynakları kurumaktadır; gerileme ilk önce sanatta gösterir kendisini: Bir gün bir Bach ya da Shakespeare'e bir rakip çıkartacağının hiçbir belirtisi görülmemektedir.
Tüm zamanların en dikkat çekici seçim kampanyacısı Aziz Paulus aracılığı ile Kilise Babaları Akıl'a el koymuştur. Zihnin gururu için en küçültücü tarih, Justinianus'un Atina Okulu'nu (solda:Raphael'in "Atina okulu" tablosu) kapattırdığı 529 yılıdır; inanmak bir mecburiyet haline gelir şüphe tarihinin bu en acılı anında.
Bir uygarlık tarımdan paradoksa doğru evrim geçirir. Bu iki ucun arasında, barbarlıkla nevrozun kavgası yaşanır. Yanılgılarından kurtulmuş bireye boşluk içinde serpilmek; entelektüel vampire ise uygarlıkların kirlenmiş kanlarıyla susuzluğunu gidermek düşer.
İlahiyat, ahlak, tarih ve her günkü tecrübemiz bize, dengeye ulaşmak için sonsuz sayıda sır olmadığını öğretirler; tek bir sır vardır: İtaat etmek.
"Bir boyunduruğu kabullenin", diye tekrarlarlar bize, "ve mutlu olursunuz; bir şey olun ve acılarınızdan kurtulursunuz". Gerçekten de şu dünyada her şey meslek'tir: bizleri doğmadan önce bir MAKAM beklemektedir, kariyerlerimiz annemizin karnında hazırlanır.
Başka şafaklar için fazla yaşlanmış, eski düşlerle bunalan koca tiritler, ütopyaya hepten elverişsiz bezginlik teknisyenleri olduğumuzdan, yeni yüzyılları arzulamayacak kadar fazla yüzyılı anladığımızdan, gırtlağımıza kadar uygarlıkların döküntüsü içine gömülmekten başka yolumuz kalmaz. Zamanın seyri artık sadece tüysüzleri ve fanatikleri cezbeder.