- Yalıların Boğaz'ı seyretmeye ayrılmış ön odalarında sulara çarpan ışıkların içeriye sıçramış akisleriyle birdenbire oda duvarının bir parçası bir vücudun derisi gibi ürpermeye ve başımızın üstünde, tavanın da bir parçası bir nehrin altın sularıyla akmaya başlar. Karada temelleri üstünde sabit duran yalılar sularda, başları, aşağıda, temelleri havada, yüzmeye koyulurlar. Yosun kokulu kayıkhaneler, denizin mırıldanan sularını yalının, bir kısım zemin kat odalarının altlarına getirirler. Arada bir, küçük dalgaların kah gülüştükleri, kah ağlaştıkları duyulur.
- Bu günler ve geceler içinde güzel sesli müezzinler gönüllere göklerin merhametini, rahmetini, şefkatini, şefaatini ve şiirini döker, ezan sesleri, beş kere, geniş ve açık ufukları ve ruhları doldururdu.
- Artık tedavilerine imkan olmayan bu yalılar, ölüme razı olmayan bütün vücutlar gibi, bilinmez neyi, bilinmez şeyleri bekliyor gibiydiler. Bu eski yalıların birçoklarının görünüşlerinde, yüzlerinde artık ihtiyarların o için için durgun, dalgın, fersiz, hep maziyi sayıklayan, geçmiş bir devirden arta kalmış, şikâyetli, somurtkan ve ölgün yüzlerinde ve gözlerindeki manalar peyda olmuştu.
- O zamanlarda dağınık İstanbul'un her mahallesi diğerlerine sanki hasret çekerdi ve biz İstanbul'un herhangi bir yerinde olsak başka bir semtin *daüssılasını duyardık.
(* daüssıla: yurt özlemi) - O zamanlarda bir kadın vücudunun bir zerresini görebilmek belki teleskopla göklerde Merih veya Zühre'nin bir parçasını görmek kadar nadir ve tesirliydi.
- Yeryüzünde en çok aradığımız kendi saadetimizdir, sanırız. Fakat hakikatte ona, asıl sevgilimiz olan lezzeti bulmak için daima ihanet ederiz. Yaşadığımız zamanın bize bu saadeti bir türlü veremeyeceğini duyarak, onu ya geçmişte, yahut gelecekte hayal ederiz. Hepimiz daima ileride nasip olacak bir hayat umar ve hayalimizle mutlaka biraz orada yaşarız. Musiki her ruhun keybetmiş olduğunu her zaman duyarak daima hasretini çektiği bir cennetivvaat eder. Bize güya hakikatlerin ötesinde gelecek harikulade hakikatlerin neşesinden dem vurur.
- Hislerimizn hudutsuzlukları, hulyalarımızın sonsuzlukları sanki bu fani seslerin kısacık vücutları ve varlıkları içine sığmış ve girmiş gibi onlar bize güya hislerimizin bütün hazinelerini veriyor, onlar bizden güya hislerimizin bütün hazinelerini alıyordu.
- Hiçbir rüzgar esmezken sular bazen sanki kendi içlerinden gelen hafif bir ürperişle menevişlenirlerdi. Bu zamanlarda sanılırdı ki ürperen sular değil, onların üstünde oynaşan ufak, kesik, ıslak, ışık parçalarıdır.
- Ayın bir gümüş fanustan sızıyor gibi dökülen donuk ışığı güneşin maddiyatçı ziyası yerine bir maneviyat aleminin nuru olur. Faaliyet ve hakikat ışığı güneş aydınlığı yerine, mehtap bir füsun ve hayal ve aşk ışığı döker ve gönlünden taşan bu ışıkla aydınlattığı her şeye biraz kendi huyunu aşılar.
- Sulara dalan kürekler onları hafif hafif yırttıkça nazlı ipeklerin yırtılışlarını andırarak rikkatimize dokunan sesler duyuyor ve sulardan çıkan her küreğin üstünde sanki dizilerinden kopmuş da küreğin boyunca kayan inci taneleri gibi su damlaları süzülür ve sonra, bunlar denizden çıktıklarında güya nadim olarak yine denize dönmeye karar verir, küreklerin uçlarından inciler gibi sarkarak ve hafif, tatlı bir sesle şıpırdayarak, yine sulara damlardı.