- (...) başka günler ayar edip kurmaya o kadar itina ettiği bütün saatlerini, o sofadaki kuyruklu saati, o duvarda asılı çalar saati, o aynanın önündeki münebbihli* saati, ve hatta çok kere hırkasının üst mendil cebinde duran mineli, kıymetli, husisi saatini, güya onlara bir ceza vermek ve onlardan bir intikam almak ister gibi kurmaz, onları durmuş oldukları meyus** bir saniyede bırakırmış. Bu duran saatlerin etrafında zamanlar göze görünmez bir süratle geçer, fakat nefesleri bu durmuş saatleri işletemezmiş.
(* uyarıcı, ** karamsar) - Esasen, çok kere, nice dostlarımızın zengin kütüphanelerindeki, sırayla dizilmiş yaldızlı ciltli kitapları görünce, "Sahi bunların hepsini okudunuz mu?" diyeceğimiz gelir. Ve onlar "Evet" deseler bile, bizim, yine "Ne yazık! Zira ne kadar az istifade etmişsiniz" diyeceğimiz gelir.
- O, bu dairenin içinde, hiçbir yerde, velev ki ay sonlarında veznenin önünde bile gözükmezmiş ve hatta çokları onun burada bulunduğunu da bilmezlermiş. O, iyi, ciddi, sebatlı nazarlarıyla buraya kimseye görünmeksizin herkesten evvel gelir, burada kimseye görünmeden çalışır ve yine hiç kimseye gözükmeksizin, herkesten sonra, bir gölge gibi, çıkar, gidermiş.
- Bu rüzgarlar Fahim Beyin geçmiş günlerinin başakları ve gecelerinin sazlıkları içinden geçtikçe onların hepsini dile getirerek sırlarını söyletiyor, onlar, başlarını eğiyorlar, sallıyorlar ve içlerindeki halledilmemiş sırlar birer ses halinde canlanıyor, havalanıyormuş ve Fahim Bey, vecd* içinde, bir nevi felsefi mevize** dinler gibi olmuş.
* sevgi ve heyecandan doğan coşkunluk
**vaaz - Bazı geceler her günkü yatağınızın hatıralarına artık tahammül edemediğinizi duyup da başını almaz ve içinde bir tek hatıranız bulunmayan bir bakir odaya vararak içinde hiçbir rüya görmemiş olduğunuz bir yatakta uyumak ve yepyeni rüyalar kucağına sığınmak istemez misiniz?
- Aynı gün içinde saatten saate değişiriz. Kaygısız bir çocuk, hırslı bir genç, uslanmış bir yaşlı adam, ve biçare bir ihtiyar olabiliriz. Aynı yirmi dört saat içinde yalnız kalmaya susar, başkalarıyla görüşmeye acıkırız.
- Artık seneler aylar gibi, haftalar günler gibi, saatler dakikalar gibi geçiyor! Zaman bir acele hastalığına tutulmuş da bizi iterek kovalar gibi koşuyor! En kısa bir lezzet için fırsat ve imkan kalmıyor. Ömrümüz mahrekinden* kopup gözlerimiz karşısında gönlümüzü kıran bir süratle boşluğa düşüp sönen bir yıldız gibi geçiyor! En eski, en sevgili ölülerimiz dirilseler ve yanımıza gelseler belki onlarla buluşmaya ve uğraşmaya bile vaktimiz olmayacak!
(*mahrek: yörünge) - Eskiden onu babam gibi sevenlerin ve eniştem gibi sevmeyenlerin şimdi hemen hepsi ölmüşler yahut ölmüş gibi, hep birer köşeye çekilmişler! İhtiyarların böyle, mezarlıklara düşmeden önce, düştükleri bir "araf" hayatı vardır. Ölüm, onlar daha hayat içindeyken, böyle yalnızlık, sükut ve inziva ile başlar.
- Bu insan ruhu şahsi talihin fevkine çıkan, faniliğinin içinden başını yükselterek kısmen de gökleri koklayan, göklerin sonsuzluğuna karışan, ebediyetin lezzetini tadan ve onun mukadderatına iştirak eden bir ilahtır ve bunun içindir ki yaşamakta daima hayvani-ilahi bir lezzet, bir tat duyulur. Saadet bilhassa fizyolojik bir şeydir. Her mahluk için dünya bir cennet, her can için hayat bir vuslattır. O kadar ki din ve iman dediğimiz şeyin esası bile ahrette gene hayata kavuşmak hülyası, yine yaşamak rüyasıdır.
- Gönlümüzün dikenleri kaç ele batmış ve kaç kalbi kanatmıştır! Gönlümüzün gülleriyse, hala, asıl kıymetlerimiz gibi, kalbimizin kanıyla beslediğimiz sevgililerimiz değil midir?