- Aynı gün içinde saatten saate değişiriz. Kaygısız bir çocuk, hırslı bir genç, uslanmış bir yaşlı adam, ve biçare bir ihtiyar olabiliriz. Aynı yirmi dört saat içinde yalnız kalmaya susar, başkalarıyla görüşmeye acıkırız.
- Artık seneler aylar gibi, haftalar günler gibi, saatler dakikalar gibi geçiyor! Zaman bir acele hastalığına tutulmuş da bizi iterek kovalar gibi koşuyor! En kısa bir lezzet için fırsat ve imkan kalmıyor. Ömrümüz mahrekinden* kopup gözlerimiz karşısında gönlümüzü kıran bir süratle boşluğa düşüp sönen bir yıldız gibi geçiyor! En eski, en sevgili ölülerimiz dirilseler ve yanımıza gelseler belki onlarla buluşmaya ve uğraşmaya bile vaktimiz olmayacak!
(*mahrek: yörünge) - Eskiden onu babam gibi sevenlerin ve eniştem gibi sevmeyenlerin şimdi hemen hepsi ölmüşler yahut ölmüş gibi, hep birer köşeye çekilmişler! İhtiyarların böyle, mezarlıklara düşmeden önce, düştükleri bir "araf" hayatı vardır. Ölüm, onlar daha hayat içindeyken, böyle yalnızlık, sükut ve inziva ile başlar.
- Bu insan ruhu şahsi talihin fevkine çıkan, faniliğinin içinden başını yükselterek kısmen de gökleri koklayan, göklerin sonsuzluğuna karışan, ebediyetin lezzetini tadan ve onun mukadderatına iştirak eden bir ilahtır ve bunun içindir ki yaşamakta daima hayvani-ilahi bir lezzet, bir tat duyulur. Saadet bilhassa fizyolojik bir şeydir. Her mahluk için dünya bir cennet, her can için hayat bir vuslattır. O kadar ki din ve iman dediğimiz şeyin esası bile ahrette gene hayata kavuşmak hülyası, yine yaşamak rüyasıdır.
- Gönlümüzün dikenleri kaç ele batmış ve kaç kalbi kanatmıştır! Gönlümüzün gülleriyse, hala, asıl kıymetlerimiz gibi, kalbimizin kanıyla beslediğimiz sevgililerimiz değil midir?
- İnsanlar, birbirlerinden uzun mesafelerle ayrılmış yıldızlar gibi, kendi hususi boşlukları içinde dönen, hepsi yalnız, hepsi mahrem ve başkalarına kapalı birer dünyadır. Bir yıldız sönünce ondan uzaktakiler bir şey duymaz.
- Bana bu sabit bakışlı siyah gözlerin madeni biraz sert, cevheri biraz yabancı ve bakışlarındaki manaların tefsiri de biraz güç gözükmüştü. Bilmem nasıl oluyordu, bu nazarlar dışlarından ziyade içlerine bakıyorlar gibiydi. Bilmem neden bu gözler için için uyuyor mu, yoksa gizli ve inatçı bir sabırla, daimi bir tecessüs halinde midir, pek de belli olmuyordu.
- Akşam şehre ve kalplere helmesini döküyor, sokaktan geçenlerin gözlerine karanlıkların sürmesini çekiyor, yüzlerini sanatın manalarıyla güzelleştiriyor, hareketlerini kahramanların edalarıyla asaletleştiriyor, her şeyi romantik gölgelere sararak kıymetleştiriyordu.
- Devlet hizmetinde ya doğumları iktizasıyla, ya cesaret ve gayretleriyle nice büyük işler görmüş ve nice heyecanlı maceralar geçirmiş eski dirilerin şimdiki mezarlarını kalabalık yoldan ayıran yüksek ve yosunlu duvar önünde bu mütevazı hayat arkadaşları, bilmem nedense, daha silik iki hayalete benziyorlardı.
- Meğer Fahim Bey her gün bir Türkçe İstanbul, bir de Fransızca Paris gazetesini okuyarak bunları muhtelif renkli kalemlerle işaretlermiş ve itina ile saklarmış. Böylece odasında bütün geçmiş senelerin, aralarında telgraf yazılan dar kağıtları gibi birtakım işaret kağıtlarının sarktığı gazete koleksiyonları yerden itibaren adam boyunca üst üste istif edilmiş olarak dururmuş.