- ...Seylan'a atandığımı bildiren resmi yazıyı aldım o günlerde. Gizli gizli yolculuğa hazırlandım ve bir gün her zamanki gibi evden çıkarak, beni başka bir uzak ülkeye götürecek olan gemiye bindim. Elbiselerimi ve kitaplarımı evde bırakmıştım. Birmanyalı dişi panter Josie Bliss'i içim sızlayarak terk ettim. Bengal körfezinin dalgaları gemiyi sallamaya başlamıştı ki, oturup "Dul Erkeğin Tangosu" adlı şiirimi kaleme aldım. Kaybettiğim kadına ve beni kaybetmiş bir kadına yazılmış hüzünlü mısralar.
- Afyona adanmış caddeler vardı...Alçak kerevetlere uzanmıştı içenler. Hindistan'ın gerçek dinsel tapınakları buralardı. Lüks yoktu, duvarda halılar da asılı değildi, ipek kumaşlar da yoktu. ...Afyonu tanımalı, afyonu anlamalı ve kararımı vermeliydim. Tanıyana kadar içtim. Ne bir rüya, ne bir hayal, ne bir coşkunluk hissettim. Sanki sonsuz ve yumuşak bir melodi havada dolaşıyormuş gibi ruhu etkiliyordu. İnsanın dünyasının eriyip kaybolması, bir boşluk... Şimdi anlıyordum, tarlalarda çalışan gündelikçilerin, gazete satıcıları ve çek-çek arabacılarının niçin günün birinde, oldukları yerde sönüverdiğini... Uzak ülke insanlarının sana anlattığı gibi bir cennet değildi afyon, sadece sömürülenlerin kaçtığı bir sığınaktı. Odalarda içenlerin hepsi zavallı insanlardı. İşlenmiş bir perde yoktu, hiçbir şey yoktu, zenginliğin tek bir belirtisi bile. Odada parıldayan bir şey de yoktu, afyon içenin yarı aralık gözleri bile... Dinleniyorlar mıydı, yoksa uyuyorlar mıydı? Hiç bir zaman öğrenemedim bunu. Kimse konuşmuyordu... Hiç bir zaman hiç kimse konuşmadı. Eşya yoktu, halılar yoktu, hiç bir şey yoktu. İnsanların susuşu ve afyonun kokusu... Tuhaf bir durum, can sıkıcı ve yüce... Doğrudan doğruya mahva götüren yol... O insanlar, yarı kapalı gözlerle hayallere dalıyor, denizlerin dibinde saatlerini geçiriyor, tepelerde geceliyor ve başlarının üzerinden süzülen serinliği tadıyorlardı. Bu ziyaretlerimden sonra bir daha onların yanına dönmedim. Artık biliyordum... Anlaşılmaz bir şeye dokunmuştum. Dumanların ötesinde gizli bir şeye...
- İngiliz sömürgecileri ile Asya'nın bu uzak dünyası arasındaki bu korkunç ayrılığın sonu yoktu. Bunun anlamı insanları ayırma, bu insanların değerlerini ve hayatlarını tanımaktan kaçınmaydı. Sömürgecilikte istisnalar da vardı. O yıllarda sömürgecilerin, köylülerin evlerini ateşe vererek ya da yıkarak, onları topraklarından uzaklaştırdığı, sonra da bu topraklara el koyduğu duyuluyordu. Evleri yakan ve yıkan İngilizlerin arasında Leonard Woolf adında biri vardı. Böyle bir şeyi yapmayı reddettiği için Seylan'daki görevine son verildi. İngiltere'ye geri gönderildikten sonra yayınladığı "A Village in The Jungle" adlı kitap, bence uzakdoğu üzerine yazılmış en mükemmel kitaplardan biridir. Gerçek hayatın ve gerçek edebiyatın bir sanat eseridir bu kitap. Ne var ki, Woolf, hak ettiği üne karısı nedeniyle kavuşamadı. Dünyaca ünlü kadın yazar Virginia Woolf, onun karısı idi.
- Hiç bir zaman Kolombo'nun bu dış semtinde olduğu kadar çok okumadım. bir keşiş gibi geçirdiğim günlerde sık sık Rimbaud'yu ya da Proust'u elime alıyordum. "Swann'ın Dünyası" gençlik günlerimin ızdıraplarını, aşklarını ve kıskançlıklarını anılarımda yine canlandırmıştı. Proust'un "havadar ve kokulu" dediği Vinteuil Sonatı benim için müziğin boş lafları, aynı zamanda hırsın umutsuz bir ölçüsüydü. O günlerimin yalnızlığı içinde sorunum, böyle bir müziği bulmak ve dinlemekti. ...Sonunda Cesar Franck'ın piyano ve keman sonatlarını satın aldım. Eserimi adeta didik didik etmiş eleştirmenler, bugüne kadar bu gizli ve şuanda itiraf etmiş olduğum etkilenmeyi bir türlü sezememişlerdir. "Yeryüzünde Konaklama"nın büyük bir bölümünü Wellawatha'da yazmışımdır. Eğer şiirlerim dünyevi bir hüzün taşıyorsa, bunun tek nedeni, o günlerde beraber yaşadığım müzikle olan yakın arkadaşlığımdır.
- (Araukanyalı) Dünyadaki soğuk ve sıcak savaşlarla konsolosların önemi gittikçe azalmıştı. Her konsolos yavaş yavaş kişiliksiz bir robot olma yolundaydı. Kendi başına karar veremez duruma getirilmiş bu kişiler daha çok bir polis görevlisi gibi çalışmaya zorlanıyordu. Ülkemin dışişleri bakanı benden, konsolosluğa gelip de vize isteyenlerin, Afrikalı mı, Asyalı mı, yoksa Yahudi mi olduğunu incelememi istedi. Bu ırklardan hiç bir insan Şili'ye girmemeliydi. Bu saçmalıklar o kadar ileriye gitmeye başladı ki, günün birinde kendi paramla bir dergi yayınlamaya karar verdiğimde, ben de kurbanları arasına girdim. Derginin adını Araucania koydum ve ilk sayısının kapağına da gülen bir Araukanyalı kadın resmi bastım. Dışişleri bakanı bunu görevi ihmal sayarak, dikkatimi çekti. Bilindiği gibi Araukanyalılar yok edilmiş ve unutulmuştur. Onlar kadar onurlu çok az ırk vardır yeryüzünde. Bir gün gelecek Araukanya üniversiteleri kuracağız ve Araukanya dilinde basılmış kitaplar okuyacağız. İşte o zaman göreceğiz ki, ne kadar duru, ne kadar saf ve yanardağ gibi öylesine güçlü neler kaybetmiş olduğumuzu. Kendileri bir çok karışım ve birleşmenin ürünü olan kimi Latin Amerika ülkesinin ırkçı saçmalıkları, bence sömürgecilik günlerinden kalma bir günahtan başka bir şey değildi. Bir avuç beyaz ya da beyazımsı insandan oluşturacakları tabaka ile dünya toplumunda yer almak istiyorlardı. Bütün bunların sonucunda kendimi yorgun hissettim ve başkonsolosluk görevimden çekildim.
- Bu ülkede şair bir karara varmalıdır. Ya Cadillaclar ya da ayakkabısız ve okulsuz insanlar! İşte ayakkabısız ve okulsuz bu insanlar beni 4 Mart 1945 yılında ülkenin senatörlüğüne seçti.
- Çölden tepelere çıkmak, yoksul evleri tek tek dolaşmak, insanlıktan uzak bir yaşantıyı tanımak ve inzivaya çekilmiş insanların tek ümidi olarak ortaya çıkmak hoş bir sorumluluk değildi. Bununla birlikte şiirim bana onlarla ilişki kurma yollarını açtı. Şiirim, halkım ve onların güç yaşantıları arasında dolaşabiliyor ve onlar tarafından ölümsüz bir kardeş olarak kabul edilebiliyordu. Yıllarca bu ıssız bölgelerin halkının haklarını koruyan bir senatör veya hayatlarında kravat takmamış güherçile ve bakır madeni işçilerinin temsilcisi olarak bu çöllerde dolaşmak zorunda kaldım.
- Benim şiirim ve hayatım bir nehir gibi akıp gitmiştir. Şili'nin yüksek dağları arasındaki derin vadilerde ortaya çıkan ve denizlere kavuşmaya çalışan bir nehir gibi. Suların üzerinde yüzen her şeyi götürmüş, coşkunluğu kabul etmiş, sırları gün ışığına çıkarmış ve halkın yüreğine giden bir yol açmıştır kendine. Acılar çektim ve savaştım, sevdim ve şarkılar söyledim. Dünya bölünürken ben yendim ve yenildim, ekmeğin ve kanın tadına vardım. Başka ne arzular bir şair? Ağlamaktan öpmeye, yalnızlıktan kalabalığa kadar bütün duygular şiirimde kanat çırpmış, içinde yaşamıştır. Ben şiirim için yaşadım, şiirimle savaşlar verdim. ...Lota'nın kömüründen, yerin yedi kat dibindeki ocaklardan, toprağın içine giren dimdik galerilerden, cehennemden geliyormuş gibi, yaptığı berbat işten suratı bitkin, tozdan gözleri kırmızı bir adamın yeryüzüne çıkıp da, yarıkları ve nasırları ile kuru bozkır topraklarını andıran o elini uzatarak, sana: "Seni çoktandır tanıyorum ben, kardeş" dediği ve gülümsediği anda en büyük armağanı almış gibi olursun. Benim şiirimin aldığı defne dalında taçtır bu. O acımasız bozkırlarda, topraktaki delikten çıkan işçinin sözleri. Rüzgarlar, geceler ve Şili'nin yıldızları bu insanlara şöyle seslenmektedir. "Sizler yalnız değilsiniz, bir şair acılarınızı biliyor!"
- Konuşmaların gitgide sertleşmeye, senato salonu da her toplantıda daha çok dolmaya başladı. Sonunda bazı senatörler, dokunulmazlığımın kaldırılmasını ve polisce tutuklanmamı istediler. Biz şairleri oluşturan maddenin büyük bir kısmı ateş ve dumandadır. Duman, yazmamıza yardımcı olur. Başımdan geçenler, Amerika'nın tarihi için özgün dramatik örneklerdir. Tehlikelerle dolu ve saklanmalarla geçen o yılda en önemli kitaplarımdan birini bitirmeyi başardım:Büyük Türkü
- Moskova'da ve taşrada başka büyük bir şairle de sık sık buluştum: Türk Nazım Hikmet'le. Bu efsaneleşmiş edebiyatçı, ülkesinin aşırı hükümetlerince onsekiz yıl zindanda tutulmuştu. Türk deniz kuvvetlerini ayaklandırmak istemekle suçlandırılan Nazım Hikmet, türlü cehennem cezalarına çarptırılmıştı. Bana anlattıklarına göre, Nazım, yorgunluktan bitkin düşünceye kadar geminin güvertesinde yürütüldükten sonra yarı beline kadar pislik yükselen bir ayakyoluna hapsedilirmiş. Pislik kokusundan bayılacak ve aklını kaçıracak gibi olan sevgili şair kardeşim hemen kendini toplarmış. Cellatlarım beni gözetliyordur... çöküverdiğimi görüp felaketime keyiflenmesinler diye. Şair, onurunu düşününce bütün gücü yerine geliyor ve şarkıya başlıyordu. Önce usul usul sonra yüksek sesle ve sonunda bütün gırtlak gücüyle. Bildiği bütün türküleri, bütün aşk türkülerini. Kendi şiirlerini, köy türkülerini, halkının mücadele ezgilerini. Aklına gelen bütün şarkı ve türküleri. Pisliklerin ve işkencelerin altında yenik düşmemeyi böyle başarmıştı. Bütün bunları dinledikten sonra:"Sen hepimiz için türküler söyledin, kardeşim!" dedim ona. "Ne yapmamız gerektiğini hiç düşünmeyeceğiz bundan böyle. Kuşkusuz. Şarkıya ne zaman başlamamız gerektiğini şimdi hep biliyoruz." Nazım bana halkının acılarını da anlatmıştı. Ülkenin derebeyleri, köylüleri acımasızca kovalamaktaydı. Nazım, onların hapishanelere düştüğünü, yiyecekleri tek somunu verip tütün aldıklarını görmüştü. "Şiirin, gelecek olduğuna inanıyorum." diyen bu büyük şair, Sovyet Rusya'da yaşamaktaydı. "Şiir, insan ruhundan devamlı bir şeyler talep eder." dediğini de hatırlıyorum.