Afyona adanmış caddeler vardı...Alçak kerevetlere uzanmıştı içenler. Hindistan'ın gerçek dinsel tapınakları buralardı. Lüks yoktu, duvarda halılar da asılı değildi, ipek kumaşlar da yoktu. ...Afyonu tanımalı, afyonu anlamalı ve kararımı vermeliydim. Tanıyana kadar içtim. Ne bir rüya, ne bir hayal, ne bir coşkunluk hissettim. Sanki sonsuz ve yumuşak bir melodi havada dolaşıyormuş gibi ruhu etkiliyordu. İnsanın dünyasının eriyip kaybolması, bir boşluk... Şimdi anlıyordum, tarlalarda çalışan gündelikçilerin, gazete satıcıları ve çek-çek arabacılarının niçin günün birinde, oldukları yerde sönüverdiğini... Uzak ülke insanlarının sana anlattığı gibi bir cennet değildi afyon, sadece sömürülenlerin kaçtığı bir sığınaktı. Odalarda içenlerin hepsi zavallı insanlardı. İşlenmiş bir perde yoktu, hiçbir şey yoktu, zenginliğin tek bir belirtisi bile. Odada parıldayan bir şey de yoktu, afyon içenin yarı aralık gözleri bile... Dinleniyorlar mıydı, yoksa uyuyorlar mıydı? Hiç bir zaman öğrenemedim bunu. Kimse konuşmuyordu... Hiç bir zaman hiç kimse konuşmadı. Eşya yoktu, halılar yoktu, hiç bir şey yoktu. İnsanların susuşu ve afyonun kokusu... Tuhaf bir durum, can sıkıcı ve yüce... Doğrudan doğruya mahva götüren yol... O insanlar, yarı kapalı gözlerle hayallere dalıyor, denizlerin dibinde saatlerini geçiriyor, tepelerde geceliyor ve başlarının üzerinden süzülen serinliği tadıyorlardı. Bu ziyaretlerimden sonra bir daha onların yanına dönmedim. Artık biliyordum... Anlaşılmaz bir şeye dokunmuştum. Dumanların ötesinde gizli bir şeye...
Diğer Pablo Neruda Sözleri ve Alıntıları
- Mathilde bitki adıdır, taş adı, şarap adıdır,
topraktan doğmuş olanın, sürüp gidenin adıdır.
Bir sözcüğün çoğalışından doğdu gün,
Limon çiçekleri yazın, adınla açar. - Mathilde bitki adıdır, taş adı, şarap adıdır,
topraktan doğmuş olanın, sürüp gidenin adıdır.
Bir sözcüğün çoğalışından doğdu gün,
Limon çiçekleri yazın, adınla açar. - Sürdürmek uğruna hayatımızı
bu kadar sıradan olmasaydık,
ve bir an, hiçbir şey yapmasaydık,
belki dev bir sessizlik
yarıda kesebilirdi kederini
kendimizi hiç anlamayışımızın,
kendimizi ölümle korkutmanın,
belki de toprak öğretecek bize
ölü görünen her şeyin
aslında canlı olduğunu.
Şimdi on ikiye kadar sayacağım
sessiz olun, ben gideceğim. - Yukarıda acımasız sıradağlar,
kan lekeli kaktüsler gibi,
acı renkli gökyüzü. - Yüzen karın üstünde
bir uzun, siyah soru işareti. - Ah, bu ne çığlık ıssızlıkta!
- ...ve soru soran bir suçsuzluk...
- Fakat kim öldürebilir ki şiiri! Şiir, kedi gibi yedi canlıdır. İşkence ederler, sokaklarda sürüklerler, üstüne tükürürler, alay ederler, etrafını dört duvarla çevirirler, sürgüne yollarlar, fakat o bütün bunları yaşar, sonunda tertemiz bir yüzle ve gülümseyerek yeniden ortaya çıkar.
- Tellerinden şarkılar yerine, kanlar akan İspanya gitarlarına ilk kurşunlar atıldığında, benim şiirim bir hayalet gibi sokaklarda dolaşıyordu. Sonra yavaş yavaş içine kökler sokuldu. Ve damarlarında kan akmaya başladı. İşte o günden sonra herkesin yolu benim de yolum oldu. Yalnızlığın güneyinden kuzeyine göç ettiğimi görüyorum. Orada yaşıyor insanlar, benim alçak gönüllü şiirimi kendilerine kılıç yaparak, büyük ıstırapları arasında terini silecek mendil diye açacak, ya da ekmek savaşında silah olarak kullanacak.
- ...Her tarafta Buda heykelleri. -yüz yaşındalar, bin yaşında, bin defa bin yaşında- Dudaklarındaki gülümseme yumuşak, o sert ve dayanıklı taştan yapılmalarına rağmen soylulukları ölçülmez. ...Nedense yaraları ve çıbanları ile bize bırakılmış o Hristiyan şekilleri aklıma geliyor... Yanmış mum ve küf kokan, kapıları kapalı kiliseler... O Hristiyan şekilleri de bilmiyordu, insan mı Tanrı mı olduklarını... Onları insan yapmak, acı çekenlere, başı koparılmışlara, kötürümlere, kilisedeki insanlara ve kilisenin dışındaki insanlara benzetmek için heykeltraşlar şekillere izler ve yaralar yaptı. Azap çekenlerin dini oldu. Günah işle ve ıstırap çek, yaşa ve ıstırap çek, kendini kurtaracak bir yol bulamadan... Burada böyle değil, burada huzur var, taşta... Bu dev Tanrı ayaklı Budalar gülümsüyor, rahat ve insancıllar, ıstırap yok yüzlerinde... Onlardan yükselen koku, ölü evini hatırlatmıyor, kiliseleri de... Bitki kokuyor, fırtınadan sonra dallar, yapraklar ve sonsuz ormanın çiçek tozları ile dolmuş bu koskocaman oda...