- Tuhaf ama, birisi gerçekte kim olduğumu, nasıl biri olduğumu öğrendiği için mutluydum; rol yapmaktan yorulmuştum.
- "Bin tane iste, senin için yakalayayım!"
- Hangi ay olduğunu anımsamıyordum, hatta yılını bile. Yalnızca bu anının içimde yaşadığını biliyordum; mutlu geçmişin kusursuzca mumyalanmış bir parçası; yaşamlarımızın dönüştüğü bu gri, boş tuvale atılan rengarenk bir fırça darbesi.
- ..Yalnızca bir günah vardır, tek bir günah. O da hırsızlıktır. Onun dışındaki bütün günahlar, hırsızlığın bir çeşitlemesidir. Bir insanı öldürdüğün zaman, bir yaşamı çalmış olursun. Karısının elinden bir kocayı, çocuklarından bir babayı almış olursun. Yalan söylediğinde, birinin gerçeğe ulaşma hakkını çalarsın. Hile yaptığın, birini aldattığın zaman doğruluğu, haklılığı çalmış olursun.
- Yüzüme tokat yemişçesine irkildim. Yüreğim ağırlaştı, gerçeği haykırmaya hazırlandım. Sonra, anladım: Bu, Hasan'ın benim için yaptığı son fedakârlıktı. Hayır, deseydi Baba ona inanırdı, çünkü Hasan'ın asla yalan söylemediğini hepimiz bilirdik. Ve Baba ona inandığı zaman, ben suçlanacaktım; durumu, gerçekte kim olduğumu açıklamak zorunda kalacaktım. Baba beni asla, asla bağışlamayacaktı. Aynı anda, dank etti: Hasan biliyordu. O geçitte olup biten her şeyi gördüğümü, orada öylece durup kılımı bile kıpırdatmadığımı biliyordu. Ona ihanet ettiğimi bilmesine karşın, beni bir kez daha, belki de son kez kurtarıyordu. O an onu bütün yüreğimle sevdim, hiç kimseyi sevmediğim kadar çok sevdim ve ona otların arasındaki yılan olduğumu, göldeki canavar olduğumu söylemek istedim. Bu özveriye değmezdim; ben bir yalancıydım, bir hain, bir hırsızdım. Bunları söylerdim de, ama içimdeki bir şey, küçücük bir parçam, memnundu. Bütün bunların yakında sona ereceğine seviniyordu. Baba onları kovacak, biraz üzülecek, ama yaşam devam edecekti. İşte bunu istiyordum; devam etmeyi, unutmayı, taze bir başlangıç yapmayı. Yeniden soluk alabilmek istiyordum. Ama Baba'nın söylediklerini duyunca, afalladım: "Seni affediyorum." Affetmek mi? Ama hırsızlık bağışlanamayacak tek suç, değil miydi? Bütün günahların anası? Bir insanı öldürdüğün zaman, bir yaşam çalarsın. Karısını bir kocadan, çocuklarını bir babadan mahrum edersin. Yalan söylediğin zaman, bir insanın gerçeğe ulaşma hakkını çalmış olursun. Aldattığın zaman, bir insanın doğruluk, adalet hakkını elinden alırsın. Çalmaktan daha büyük bir kötülük yoktur. Baba beni kucağına oturtup bunları söylememiş miydi? Öyleyse, nasıl olur da Hasan'ı bağışlardı? Ayrıca Baba bunu bile bağışlarken, istediği evlat olamadığım için beni neden bağışlamıyordu? Neden? "Biz gidiyoruz, Ağa efendi," dedi Ali. "Ne?" Baba'nın yüzündeki kan çekiliverdi. "Artık burada yaşayamayız." "Ama onu affettim, Ali, duymadın mı?" dedi Baba. "Burada yaşamak bizim için artık olanaksız, Ağa efendi. Gidiyoruz." Ali Hasan'ı kendine çekti, kolunu oğlunun omzuna doladı. Koruyucu bir devinimdi; Ali'nin onu kimden koruduğunu biliyordum. Ali benden yana bakınca, gözlerindeki o soğuk, bağışlamaz anlamdan, Hasan'm ona her şeyi anlattığını anladım. Assefle arkadaşlarının yaptıklarını, uçurtmayı, beni. Tuhaf ama, birisi gerçekte kim olduğumu, nasıl biri olduğumu öğrendiği için memnundum; rol yapmaktan yorulmuştum. "Para ya da saat umurumda bile değil," dedi Baba; kollan açık, avuçları yukarıya dönüktü. "Bunu neden yapağını anlayamıyorum, Ali... 'Olanaksız' demekle neyi kastediyorsun?" "Kusura bakma, Ağa efendi, eşyalarımızı topladık bile. Kararımızı verdik." Baba yüzünde acılı, donuk bir parıltı, ayağa kalktı. "Ali, size iyi bakmadım mı? Sana ve Hasan'a iyi davranmadım mı? Sen, hiç sahip olamadığını ağabeyimdin, Ali. Bunu biliyorsun. Lütfen bunu yapma."
- Benim için Amerika, anılarımı gömeceğim yerdi. Baba için, anılarının yasını tutacağı yer.
- "Perfercan, çayın soğuyor," dedi, genç bir kadın sesi. Arkamızda duruyordu; dar kalçalı, kömür karası, kadife saçlı, çok güzel bir kadındı; elinde bir termosla suni köpükten yapılma bir bardak vardı. Yüreğim hızlanıverdi; gözlerimi kırpıştırdım. Uçan bir kuşun kıvrık kanadı gibi birleşen, kalın kaşlar; eski bir Pers prensesinin o narin, hafif kemerli burnu - Şehname'deki Rüstem'in karısı ve Sohrab'ın annesi olan Tahmine'nin burnu gibi. Uzun, gür kirpiklerin gölgelediği kestane rengi gözleri, benimkilere çevrildi. Bir an durdu. Sonra uçup gitti. "Çok kibarsın, bir tanem," dedi General Taheri. Bardağı ondan aldı. Kız dönüp gitmeden önce, o nefis cildinde, çenesinin hemen üstünde sol yanda orak biçiminde, küçücük bir doğum lekesi gördüm. İki geçit ileride duran gri bir minibüse gitti, termosu içine koydu. Eski plaklarla, kitaplarla dolu kutulann arasına eğilirken, saçları bir omzundan aşağıya çağlayan gibi döküldü.
- "Neden soruyorsun?" Bana haylaz haylaz bakıyordu. Omuz silktim, zorla gülümsedim. "Yalnızca meraktan, Baba." "Gerçekten mi? Hepsi bu mu?" Yaramaz gözleri yüzümü tarıyordu. "Yoksa seni etkiledi mi?" Gözlerimi yuvarladım. "Aman, Baba, lütfen." Gülümsedi, otobüsü birkaç manevrayla bitpazarından çıkardı. 680 sayılı otoyola çıktık. Bir süre hiç konuşmadan yol aldık. "Tek bildiğim, bir ara bir erkekle... bir talihsizlik yaşadığı." Bunu çok ciddi bir sesle söylemişti; sanki kızın göğüs kanseri olduğunu ifşa eder gibi. "Ya?" "Düzgün bir kız olduğunu duydum; elişleri yapan, efendi bir kız. Ama o günden sonra kapısını çalan bir khastejjar, bir kısmet çıkmamış." Baba iç geçirdi. "Belki haksızlık, ama bazen birkaç günde, hatta tek bir günde olanlar bütün bir ömrün akışını değiştirebiliyor, Emir."
- O gece yatakta, Süreyya Taheri'nin orak biçimindeki doğum lekesini, hafif kemerli burnunu, gözlerime bir anlığına kenetlenen, parlak gözlerini düşündüm. Onu düşünmek bile yüreğimin kekelemesine yetiyordu. Süreyya Taheri. Bitpazarında bulduğum prensesim.
- Afganistan'da yelda, Cadi ayının, yani kışın ilk, yılın da en uzun gecesidir. Süreyya Taheri'yi tanıdıktan sonra, haftanın her gecesi benim için yelda olup çıktı. Pazar sabahı gelip de yatağımdan indiğimde, Süreyya'nın kahverengi gözleri kafamın içindeki yerini çoktan almış olurdu. Baba'mın otobüsünde kilometreleri sayardım, ta ki onu yalınayak, sararmış ansiklopedilerle dolu kutuları açıp, tezgâha yerleştirirken görünceye kadar; topukları asfaltta daha da beyaz görünür, bileğindeki gümüş bilezikler şıngırdardı. Sırtından aşağıya dökülen, kadife bir perde gibi salınan saçlarının yere vuran gölgesini düşünürdüm. Süreyya. Bitpazannda Bulduğum Prensesim. Yelda'mın sonunda doğan güneş. Geçitte dolanmak, Taherilerin tezgâhımn önünden geçmek için (Baba'mın alaycı bir sırıtışla karşıladığı) bahaneler buluyordum. Sonra da yine o ütüden parlamış, gri takım elbisesi bulunan generale el sallardım; o da bana. Bazen oturduğu bez koltuktan kalkar, benimle sohbet ederdi; yazılarımdan, savaştan, o günkü satışlardan konuşurduk. Gözlerimin arka tarafa, oturmuş kitap okuyan Süreyya'ya kaymaması için olanca irademi kullanmam gerekirdi. Generalle birbirimize veda eder, hantal, sakar görünmemeye çalışarak oradan uzaklaşırdım. Bazen, general bir başka geçide, birileriyle sohbet etmeye gitmişse, kız tezgâhın gerisinde yalnız olurdu; önünden geçip giderken onu tanımıyormuş gibi yapar, içim gitmesine karşın, tek sözcük etmezdim. Bazen yanında orta yaşlı, topluca, soluk tenli, saçları kızıla boyalı bir kadın olurdu. Her seferinde içimden yeminler ederdim: Yaz bitmeden onunla mutlaka konuşacaktım. Ama yaz bitti, okullar açıldı, yapraklar sarardı, sonra döküldü, kış yağmurları bastırıp Baba'mın eklemlerini sızlattı, sonra taze sürgünler yeniden boy gösterdi, ben bir türlü Süreyya'nın gözlerine bakacak cesareti toplayamadım.