- Durdum, döndüm. Cesaretimi yitirmeden, bir çırpıda söylemeliydim: "Ne okuduğunu sorabilir miyim?" Gözlerini kırpıştırdı. Soluğumu tuttum. Ansızın, bitpazarındaki bütün Afganların gözlerini üzerimde hissettim. Ortalığa bir anda, derin bir sessizlik mi çökmüştü? Cümlenin ortasında duru veren dudaklar. Dönen başlar. Büyük bir merakla kısılan gözler. Neydi bu?
- "Rüyalarımdaki kadar güzel olup olmadığını görmek için, çok uzaklardan geldim. Evet, öylesin. Hatta daha da güzelsin." Hasan'ın elini, yaralı yanağına bastırdı. "Gülümse bana. Lütfen." Hasan gülümsedi, yaşlı kadın ağlamaya başladı, "içimden gülümseyerek çıktın, biliyor musun? Bunu sana söyleyen oldu mu? Ve ben seni kucaklamadım bile. Allah beni affetsin, sana bir kez olsun sarılmadım."
- Baba gözümün önünden gitmiyordu: Keşke Hasan da bugün yanımızda olsaydı. Bunca yıldır bana nasıl yalan söyleyebilmişti? Hasan'a? Küçükken beni kucağına oturtmuş, gözlerimin içine bakmış ve şöyle demişti: Tek bir günah vardır. O da hırsızlıktır... Yalan söylediğin zaman, birinin gerçeğe ulaşma hakkını çalmış olursun. Bunları söyleyen, o değil miydi? Ve şimdi, onu gömmemden on beş yıl sonra, Baba'nın bir hırsız olduğunu öğreniyordum. Hem de hırsızların en kötü türünden, çünkü onun çaldığı şeyler kutsaldı: Benden, bir erkek kardeşim olduğunu bilme hakkını, Hasan'dan kimliğini, Ali'den de onurunu çalmıştı.
- Baba, Ali'nin gözlerine bakmayı nasıl becermişti. Ali o evde, bir Afgan erkeğine yapılabilecek en çirkin hakarete, aşağılanmaya maruz kaldığını bile bile, nasıl yaşayabilmişti? Peki ben, zihnime bu kadar uzun zamandır kazınmış olan Baba imgesini, sırtında kahverengi takım elbisesi, Süreyya'yı istemek için Taherilerin araba yolunu topallayarak çıkan erkeğin görüntüsünü bu yeni imgeyle değiştirmeyi nasıl başaracaktım? İşte, yaratıcı yazarlık öğretmenimin burun bükeceği bir klişe daha - azıcık değiştirilmiş haliyle: Babasına bak, oğlunu al. İyi ama, doğru değil miydi? Sonuçta, Baba'yla birbirimize hiç tahmin etmediğim kadar çok benzediğimiz ortaya çıkmıştı. İkimiz de, yaşamlarını bizim için feda eden insanlara ihanet etmiştik
- '' Aşkın en pürüzsüz göründüğü an, dertler bastırıverdi "
- Tam içeriye girmeye hazırlanırken, evden gelen bazı sesler duydum. Bir tanesi, Vahit'in sesiydi. "... çocuklara bir şey kalmadı," diye fısıldadı karısı. "Aç olabiliriz ama yabani değiliz! O bir konuk! Ne yapmalıydım, yani?" dedi Vahit, gergin bir sesle. "Yarına bir şeyler bulmalı," dedi karısı; sesi ağlamaklıydı. "Ne yedireceğim..." Parmak uçlarıma basarak sessizce uzaklaştım. Çocukların saatle neden fazlaca ilgilenmediklerini şimdi anlıyordum. Onlar saate bakmıyordu ki. Yemeğime bakıyorlardı. Ertesi sabah erkenden vedalaştık. Land Cruiser'a binmeden önce, Vahit'e konukseverliği için teşekkür ettim. Arkasındaki küçük evi gösterdi. "Burası artık senin de evin," dedi. Kapının eşiğine dizilmiş üç oğlu bizi seyrediyordu. Küçük olan, saati takmıştı, kayış zayıf bileğinden sarkıyordu. Uzaklaşırken, yandaki dikiz aynasından geriye baktım. Vahit üç oğluyla birlikte, kamyonun kaldırdığı toz bulutunun içinde duruyordu. Birden aklıma bir şey geldi: Bir başka dünyada olsaydı, bu çocuklar kamyonun arkasından koşamayacak kadar aç olmazlardı. O sabah, gündoğumuna yakın, sağı solu kolaçan edip kimsenin bakmadığına emin olunca, yirmi altı yıl önce yaptığım bir şeyi yinelemiştim: Bir şiltenin altına, bir deste buruşuk banknot sokmuştum.
- 'Senin bu kadar mutlu olmana, ancak senden bir şey almaya hazırlandıkları zaman izin verirler.'
- "Ağa, Nasrettin Hoca'nın kızıyla ilgili hikâyeyi biliyor musun? Hani bir gün kızı eve gelmiş, kocasının onu dövdüğünden yakınmış?" Karanlıkta gülümsediğini hissedebiliyordum; benim de yüzüme bir tebessüm yayılmaktaydı. Yeryüzünde, kurnaz Hoca'ya ilişkin birkaç fıkra bilmeyen tek bir Afgan yoktur. "Evet?" "Hoca bunun üzerine kızı bir güzel pataklamış, sonra da evine yollamış, ama önce sıkı sıkı tembihlemiş: Kocana de kî, Hoca'yla başa çıkamazsın. Kızını her dövüşünde, Hoca da senin karını pataklayacak!"
- O günden beri, ne zaman Davut Han'ın adını duysam, elindeki sapanı Assefe doğrultmuş olan Hasan'ı gördüm; ona bundan böyle Tek Gözlü Assef deneceğini söyleyen sesini duydum. Hasan'nın cesaretini nasıl da kıskanmıştım
- Vicdanı olmayan, iyiliği bilmeyen bir insan acı da çekemez.