- Birçok kişi, sürekli olarak, bir ve aynı dünyanın kesin etkisi altında kalır. Tek bir nesne kişinin tüm duygularını öyle güçlü biçimde etkiler ki, kişi, bu nesneyi, varolmadığı zaman bile var sanır. Bu durum, söz konusu kişi uyanıkken ortaya çıkarsa, bu kişinin deli olduğuna inanılır... Ama parayı ve malı mülkü düşünen açgözlü kişi, yalnızca ünlü olmayı düşünen hırslı kişi deli sayılmaz, yalnızca can sıkıcı birisi sayılır, böyle kişiler genellikle ayıplanır. Ama somut olarak açgözlülük, hırs vb. çoğunlukla "hastalık" sayılmamakla birlikte, delilik biçimleridir (B. de Spinoza, 1927)
- Bir öğreti ne kadar mantıksız olursa olsun, toplum tarafından kabul edilerek güç kazandığında milyonlara insan toplum tarafından dışlanmış hissetmektense ona inanmayı seçecektir.
- Tanrının lütfu için gerekli temel koşul: Eğer insan kendisini aşağılar ve bireysel irade ve gururunu yok ederse Tanrının lütfu ona bağışlanacaktır. "Çünkü Tanrı, bizi kendi adaletimiz ve aklımız sayesinde değil, yabancı, kendi içimizden gelmeyen ve kendi içimizden kaynaklanmayan, bize bir başka yerden gelen bir adalet ve bilgelikle kurtarmak istemektedir. Yani, özellikle ve tümüyle dışarıdan gelen ve bize tamamen yabancı olan bir adalet öğretilmelidir." (...) Kendimizi aşağılamalıyızdır ve Tanrının gücüne güvenmenin tek aracı işte bu kendini aşağılamadır. "Çünkü, kendimize olan güvensizliğimiz ve kendi perişanlığımızın bilincinde olmaktan kaynaklanan kaygı kadar hiçbir şey, aklımızın tüm güvenini Tanrıya yöneltmemize neden olamaz ." "Kendimize ait değiliz; öyleyse, bizim olan her şeyi, ve de kendimizi, mümkün olduğu kadar unutalım. Biz Tanrıya aitiz; öyleyse onun için yaşayalım ve ölelim. Çünkü, açıkça görüldüğü üzere, insanların başına gelebilecek en büyük felaket, kendi kendilerine boyun eğmektir, kurtuluşun tek yoluysa, önümüzde yürüyen Tanrının peşinde gitmekten başka hiç bir şey bilmemek ve de istememektir." Tanrının neden birini seçtiği ve diğerini lanetlediğiyse, insanın burnunu sokmaması gereken bir gizdir. O bunu sırf böyle istediği için, bu yönde sınırsız gücü bulunduğunu göstermek için yapmıştır.
- Bireyin içinde kaybolduğu kentlerin büyüklüğü, dağlar kadar yüksek olan binalar, radyodan gelen sürekli ses bombardımanı, günde üç kez değişen ve insana neyin önemli olduğu konusunda karar verme fırsatı tanımayan gazete başlıkları, bireyi ortadan kaldırmak için saat gibi şaşmaz bir tempoyla yeteneklerini sergileyen, pürüzsüz çalışan güçlü bir makine gibi hareket eden yüz kızın rol aldığı gösteriler, cazın bangır bangır kafalara inen ritmi - bütün bunlar ve daha birçok ayrıntı, denetlenemez boyutlarıyla bireyi içine aldığında, ona bu bütünün minicik bir zerresiymiş duygusunu veren bir yıldızlar kümesini andırır. Bireyin elinden gelen tek şey, taburda bir asker ya da fabrikada yürüyen bantın başında görevli bir işçi gibi, olan bitene ayak uydurmaktır. Edimde bulunabilir, ama bağımsızlık, önemlilik duyguları çekip gitmiştir. Amerika'da ortalama bireyin bu korku ve önemsizlik duygusuyla ne ölçüde doldurulmuş olduğu, en çarpıcı anlatımını, Mickey Mouse filmlerinin herkes tarafından sevildiği olgusunda bulmaktadır. Bu filmlerde -pek çok çeşitlemeyle- şu tema işleniyor: Küçük bir şey kendisini öldürme ya da yutmakla tehdit eden, yenilmez ölçüde güçlü bir şey tarafından kovalanıyor. Küçük şey kaçıyor ve sonunda düşmanına zarar vermeyi bile başararak kurtuluyor. Kendi coşkusal yaşamlarında buna çok yakın bir şeye dokunmasaydı, insanlar, bu tek temanın bin bir çeşitlemesini sürekli olarak izlemeye hazır olamazlardı. Bu durumda güçlü düşman tarafından korkutulan küçük şey, izleyicinin ta kendisi olsa gerektir; o böyle hissediyor, kendi konumunu bu durumla özdeşleştiriyor demektir. Ama elbet, mutlu son olmazsa, film, sürekli çekici olmayacaktır. İzleyici, film boyunca kendi korku ve küçüklük duygularını yaşamakta, sonunda her şeye karşın kurtulduğu hatta, güçlüyü alt ettiği duygusuyla rahatlamaktadır. Ne var ki birey kurtuluşu çoğu kez kaçmakta ve canavarın kendisini yakalamasını olanaksız kılan rastlantılarda bulacaktır - işte "mutlu son"un en önemli ve en acıklı bölümü de budur.
- Her birey, insanlığı temsil eder. Uyanışımız Buda ile gerçekleşmiştir, çarmıha gerilişimiz ise İsa ile. Stalin ve Hitler gibi adamlarla beraber öldürdük ve çaldık.
- İnsanlar herhangi bir şeyi yapmaya bir dış kuvvet tarafından açıkça zorlanmış olmadıkça kendi kararlarını kendilerinin verdiğini ve bir şeyi arzu ettikleri zaman da bunu gerçekten kendilerinin istemiş olduğunu sanırlar. Fakat bu kendimizle ilgili en büyük yanılgılardan biridir.
- Bir öğreti ne kadar mantıksız olursa olsun, toplum tarafından kabul edilerek güç kazandığında milyonlarca insan toplum tarafından dışlanmış hissetmektense ona inanmayı seçecektir.
- Bireyin içinde kaybolduğu kentlerin büyüklüğü, dağlar kadar yüksek olan binalar, radyodan gelen sürekli ses bombardımanı, günde üç kez değişen ve insana neyin önemli olduğu konusunda karar verme fırsatı tanımayan gazete başlıkları, bireyi ortadan kaldırmak için saat gibi şaşmaz bir tempoyla yeteneklerini sergileyen, pürüzsüz çalışan güçlü bir makine gibi hareket eden yüz kızın rol aldığı gösteriler, cazın bangır bangır kafalara inen ritmi - bütün bunlar ve daha birçok ayrıntı, denetlenemez boyutlarıyla bireyi içine aldığında, ona bu bütünün minicik bir zerresiymiş duygusunu veren bir yıldızlar kümesini andırır. Bireyin elinden gelen tek şey, taburda bir asker ya da fabrikada yürüyen bantın başında görevli bir işçi gibi, olan bitene ayak uydurmaktır. Edimde bulunabilir, ama bağımsızlık, önemlilik duyguları çekip gitmiştir. Amerika'da ortalama bireyin bu korku ve önemsizlik duygusuyla ne ölçüde doldurulmuş olduğu, en çarpıcı anlatımını, Mickey Mouse filmlerinin herkes tarafından sevildiği olgusunda bulmaktadır. Bu filmlerde -pek çok çeşitlemeyle- şu tema işleniyor: Küçük bir şey kendisini öldürme ya da yutmakla tehdit eden, yenilmez ölçüde güçlü bir şey tarafından kovalanıyor. Küçük şey kaçıyor ve sonunda düşmanına zarar vermeyi bile başararak kurtuluyor. Kendi coşkusal yaşamlarında buna çok yakın bir şeye dokunmasaydı, insanlar, bu tek temanın bin bir çeşitlemesini sürekli olarak izlemeye hazır olamazlardı. Bu durumda güçlü düşman tarafından korkutulan küçük şey, izleyicinin ta kendisi olsa gerektir; o böyle hissediyor, kendi konumunu bu durumla özdeşleştiriyor demektir. Ama elbet, mutlu son olmazsa, film, sürekli çekici olmayacaktır. İzleyici, film boyunca kendi korku ve küçüklük duygularını yaşamakta, sonunda her şeye karşın kurtulduğu hatta, güçlüyü alt ettiği duygusuyla rahatlamaktadır. Ne var ki birey kurtuluşu çoğu kez kaçmakta ve canavarın kendisini yakalamasını olanaksız kılan rastlantılarda bulacaktır - işte "mutlu son"un en önemli ve en acıklı bölümü de budur.
- Bir özgürlük eğilimi olarak başkaldırma eylemi mantığın başlangıcıdır. Tanrının buyruğu altındaki insanın özgür iradesi yoktur; o ancak ya tanrının ya da şeytanın iradesinin bir tutsağıdır, hizmetçisidir, kölesidir.
- Bize çiçekleri sevdiğini söyleyen bir kadının, çiçekleri sulamayı unuttuğunu görürsek, onun çiçek 'sevgisi'ne inanmayız. Sevgi, sevdiğimiz şeyin büyümesi ve yaşaması için gösterdiğimiz 'etken ilgi'dir.