?Şunu bilin ki, sayın okur, bu yalnızca eski bir olay değildir! siz uydurma dehşetlerden hoşlanırsınız, korku öyküleri okumaktan zevk alırsınız, duygularınızın, hırpalayıcı kurgularla gıdıklanması hoşunuza gider, bundan hiç çekinmezsiniz. ama ben gerçek korkunç olaylar biliyorum, günlük yaşamın dehşetli olayları bunlar işte, onları size anımsatmak duygularınızı zevksizce gıdıklama hakkımı kullanıyorum, böylece nerede ve nasıl yaşadığınızı kesinlikle anlayabilirsiniz. ezilmişliğin ve horlanmışlığın verdiği kısık gözlerle bakarlar dünyaya; ama neşelidirler, bir yandan rutubetli bodrumlarda, en ağır şartlar altında, kentsoylular için ekmek pişirir bir yandan da türkü söyler ve sevgilililerin hayalini kurarlar.?
Ama bir şey tekrar ona çekmeye başlamıştı beni. "Çok yalnızım,"derken yüzünün nasıl değiştiğini,allak bullak olduğunu görmüştüm.Onun bu dediğinde bana hiç yabancı olmayan,yüreğime dokunan bir şey vardı.
Çok iyi biriydi,kulaklarımdan tutar,tatlı tatlı,anlayamadığım bir şeyler anlatırdı bana!İnsan sevgisini pazardan satın alamazsın.Bana kendi dilini öğretmeye başlamıştı.
Bir an hiç kimse bir şey söylemedi, sonra birdenbire makaraları koyverdiler. Herkes kahkahalarla gülüyordu. 0 güzel, ferahlatıcı gülüşlerden biriydi bu; böylesi gülüşler bir yaz yağmuru gibi insan ruhunu serinletir, yıkar; onu tozlardan, çamurlardan, tüm kirlerden arındırır; güzel ve pırıl pırıl olan her şeyi çırılçıplak gözler önüne serer ve insanları, omuz omuza vermeye, birleşmiş, kenetlenmiş bir bütün olmaya, tek bir vücut oluşturmaya yöneltirdi.
Elime geçen tahta parçaları ile okullardaki sıralara benzeyen bir tezgah yaptım. Hamurun işlenmesi bitince yapılan çörekleri tablalara yerleştirmek için masanın kıyısına ilişiyor, yaptığım sırayı yanı başıma yerleştiriyor ve üstüne bir kitap koyup okumaya çalışıyordum. Ellerimi önümdeki işten kısa bir süre için de olsa ayıramıyordum. Bu nedenle sayfaları çevirme işini Milov?a yüklemiştim. Milov bu işi büyük bir hevesle yapıyor; ağırbaşlılıkla ve içten gelen bir sevinçle parmağını bolca tükrükleyip özene bezene sayfayı çeviriyordu. Kitap okurken yakalanmayayım diye patronun fırına gelmek üzere odasından çıktığını gördüğünde bacağımı ayağı ile dürterek beni uyarmak da Milov'un görevlerinden biriydi.
Türküleri insanlar bozamazlar ki, isteseler de bozamazlar; nasıl bozsunlar? Türküler, tıpkı ölümsüz ruhlara benzerler. Sen, ben, hepimiz bu dünyadan göçüp gideceğiz... ama türküler kalacak... Onlar da ruhlar gibi ölümsüzdürler. sonsuza kadar yaşarlar...
İçime bir hüzün çökmüştü, kimsesizlik ve yalnızlık duygusunun ağırlığı gittikçe artan bir taş gibi beni eziyor, yüreğimi burkuyordu. Öfkeli rüzgâr, kir pas içindeki küçük pencereye sert tokatlar atmaya başlamıştı, dışarısı ayazdı.
Bu tür insanları daha önce de görüp tanımıştım, onları az da olsa anlayabiliyordum. Her birinin içinde acılı ve önüne geçilmez bir fırtına koparak, onları bunaltıyordu. Ruhları köyde doğmuş, yine kırlarda, yavaş yavaş ve özgürce büyüyüp serpilmişti. Oysa kırlarda büyüyen bu ruh, şimdi kentteydi. Ve kent sayısız çekiç darbeleri altında onu eziyor, yumuşatıp katılaştırıyor, kendine göre istediği gibi biçimlendiriyordu. Bu asık yüzlü adamlar kendi köy türkülerini söyleyip, o acılı yaşantıdan çıkardıkları anlamı bu türkülere kattıkları zaman, kentin bu acımasız etkisi daha daha belirginleşiyordu.
Rus halkı ve onların birbirlerini desteklemesi, cana yakınlığı, yufka yürekliliği, alçakgönüllülüğü, iyilikseverliği konusunda küçümsenmeyecek kadar çok şey okumuştum... Ne var ki halkı, yine halkın arasında yaşayarak, okuduklarımdan daha doğru bir biçimde değerlendirebiliyordum. Çünkü on yıldır okul ve aile eğitiminin aşıladığı ön yargılardan sıyrılmış olarak, iyiyi ve kötüyü kendi deneylerimle sınayabilecek bir biçimde yaşıyordum. Gördüklerimle okuduklarım arasında dağlar kadar fark vardı; evet insanlar iyilikseverdiler, iyiliğe yöneliktirler, dostluğun ne olduğunu bilirler, onu kurmaya, karagün dostu olmaya çalışırlar. Bu acılı. bu çekilmez, bu çileli hayatı aydınlatmak, ısıtmak için kendilerinin ne yapmaları gerektiğini bilmeksizin öylece beklerler hep.
Genellikle çok az konuşuyordu. Konuştuğu zaman da öbürleri gibi sövüp saymıyordu. Yatmadan önce ya da sabah uyandığında dua ettiğini hiç görmedim. Yalnızca, öğle ya da akşam yemeği için masaya oturduğunda geniş göğsü üzerinde sessizce haç işareti çıkarıyordu. Çalışmadığı zamanlarda usulca bir kıyıya çekilip ya yırtığını söküğünü dikiyor ya da üstündeki giysileri çıkararak yakalayabildiği bitleri usanmadan teker teker kırıyordu. En ince perdeye kadar kolaylıkla çıkabilen o tok ve kalın sesiyle sık sık benim hiç bilmediğim, işitmediğim garip türküler söylüyordu...
Jean-Jacques Rousseau
Lisa Gardner
Mevlana Celaleddin-i Rumi
Sigmund Freud
Julian Barnes
Ahmet Turgut
Özdemir Asaf
William Cuthbert Faulkner
Harlan Coben
Edip Cansever