- Ben hayatımın anlamını bilmek istiyorum, ama benim hayatımın sonsuzluğun bir parçası olması ona bir anlam vermek şöyle dursun, mümkün olan her türlü anlamı da ortadan kaldırıyor.
- Sonra ellerimin yapmış olduğu bütün o işlere baktım, emek harcayarak meydana getirdiğim eserlere, bir de ne göreyim, yaptığım her iş boştu ve ruhuma sıkıntı veriyordu. Yeryüzünde onlardan elde edeceğim bir kazanç yoktu...
- İnsanın güneşin altında o kadar çabalaması sonucunda, onca emeğinin karşısında eline ne geçiyordu? Her günü keder, her işi üzüntüydü...
- ...yaşam olmasaydı, aklım olmayacaktı, bu yüzden akıl yaşamın oğludur. Yaşam her şeydir. Akıl onun meyvesidir. Ne var ki akıl yaşamın kendisini reddetmektedir! Bu noktada bir şeylerin yanlış olduğunu hissettim.
- Her fert az çok iyi; az çok zeki; az çok uyuşuk; az çok yoksa filâna iyi filâna kötü demek doğru değildir. Bu zeminde insanlar ırmaklara benzer. Su her tarafta birdir; özellikleri aktığı yere ve zaman göre değişir. Bazen parlak, bazen bulanık olur. Bazen ılık, bazen soğuktur. Her insan, üzerinde insanlara özgü bütün niteliklerin tohumlarını taşır. Bazen bu tohumlardan falanı tutar, açılır, serpilir ve diğer bir kısmı olduğu yerde örtülü kalır. Bir hâlde ki, içimizden biri, bu genel doğa kanununa geçici bir zaman için istisna oluyormuş gibi bir hâl ile görünebilir. Prens bu değişikliğe uğramış ve şimdi asıl huyunun genel hükümlerine dönmüş bulunuyordu.
- "Bilgili olamanın neresi kötü?" dedi hanımefendi belli belirsiz gülümseyerek. Çoğu kadının sahip olduğu bir alışkanlıkla, yani konuştuğu kişinin söylediği sözlerle değil de o insanın ne söyleyeceği üzerine kendi kafasında yarattığı sözlere yanıt veren alışkanlıkla ekledi: ...
- Diyebilirim ki, başımdan böyle bir şey geçti: Beni bir kayığa oturttular, ne zamandı, bilmiyorum artık. Beni tanımadığım bir sahilden uzaklaştırdılar, karşı kıyıya yönelttiler. Kürekleri cahil birinin eline verip beni yalnız bıraktılar. Küreklere elimden geldiği kadar ulaştım ve ilerledim. Ama ben açıldıkça beni oraya götüren akıntı da şiddetleniyordu. Hedeften uzaklaşıyordum. Ve benim gibi akıntıya kapılan kürekçilere daha sık rastlar oldum. Bazıları durmadan kürek çekiyordu, bazıları ise kürekleri fırlatıp atmıştı. Koca kayıklar, dev gibi gemiler insan dolu. Bir kısmı akıntıya karşı çabalıyordu, bir kısmı kendini ona bırakmıştı. Ve ilerledikçe, akıntının aşağılarındaki yolcuların ardından bakarken, bana gösterilen yolu unuttum. Tam akıntının ortasında, aşağı doğru giden kayık ve gemilerin sıkışıklığında yönümü iyice kaybettim ve kürekleri elden düşürdüm. Her taraftan tayfalar, neşeli zafer çığlıklarıyla yelkenliler ve kürekli kayıklarla önümden geçiyor, akıntıdan aşağı gidiyorlar, bana ve aralarında ''Başka bir yön olamaz.'' diye teminat veriyorlardı. Ben de onlara inanıyordum ve onlarla birlikte ilerliyordum. Ve epeyce uzaklara taşındım, öyle uzaklara ki, içlerinde yolumu şaşırdığım hızlı akıntıların gürültüsünü duydum ve kayıkların orada nasıl parçalandığını gördüm. Ve kendime geldim. Uzun süre, bana ne olduğunu anlayamadım. Önümde yalnızca koşar adım yaklaştığım ve korktuğum yok oluşu görüyordum; hiç bir yerde kurtuluş göremiyordum. Ve ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. O zaman geriye baktım ve sayısız kayıklar gördüm: Durmadan ve inatla akıntıyı geçiyorlardı. Kıyıyı, kürekleri ve yönü hatırladım. Geriye doğru akıntıya ters istikamette kıyıya doğru kürek çekmeye başladım.
Kıyı Tanrı' ydı, yön gelenek, kürekler bana verilen özgürlük; kıyıya ulaşmaya çabalayayım, Tanrı' yla birleşeyim diye. - Benim öykümün kahramanı, hakikattir: Ruhumun bütün gücüyle sevdiğim ve olanca güzelliğiyle canlandırmaya çalıştığım, hakikat... hep en güzeldi o, her zaman da en güzel olarak kalacak.
- Evet, tüm tabya ve siperlere beyaz bayraklar çekilmiş... Çiçekler içindeki vadi kokmuş cesetlerle dolu, güzelim güneş mavi denize doğru alçalıyor ve kımıl kımıl oynaşan mavi deniz güneşin altın ışıklarıyla pırıldıyor. Orada burada toplanmış binlerce insan, birbirlerine bakıyor, konuşuyor, gülüşüyor. Sanırsınız ki, aynı yüce sevgi ve özveri yasasına iman eden bu insanlar yaptıklarını görünce, kendilerine can verenin, her birinin ruhuna ölüm korkusuyla birlikte iyilik ve güzelliğe karşı sevgi duygusu verenin önünde pişmanlıkla diz çökecek, sonra da sevinç ve mutluluk gözyaşlarıyla birbirlerini kardeşçe kucaklayacaklar... Ama hayır! Beyaz bezler toplanacak, ölüm ve acı makineleri yeniden ıslık ıslığa çalışmaya başlayacak ve yeniden masum kanları dökülüp, yeniden inmeler, lanetler duyulacak.
- Sık sık düşündüğüm tuhaf birşey vardır: Savaşan taraflardan biri ötekine, iki ordudan da birer askeri evlerine göndermeyi önerseydi ne olurdu? Tuhaf bir düşünce gibi geliyor ama neden uygulanmasın ki? Sonra her iki taraftan da birer asker daha terhis edilecek, derken üçüncüler, sonra dördüncüler... iki orduda da birer asker kalana dek sürdürülecek bu iş (iki ordunun da sayıca eşit güçte olduğunu ve niceliğin nitelikle yer değiştirebileceğini varsayıyoruz). Bu durumda, akıllı varlıkların akıllı temsilcileri arasında ortaya çıkan gerçekten karmaşık siyasal sorunlar iie de dövüşerek çözülecekse, varsın bu iki asker dövüşssünler: Biri kenti kuşatsın, öbürü de savunsun!
Bir paradoks gibi görünebilir bu düşünce, ama doğrudur. Gerçekten de, müttefiklerin tek bir temsilcisine karşı savaşan tek bir Rus ile, her ikisi de seksener bin kişilik iki ordunun çarpışması arasında ne fark vardır? Yüz otuz beş bine karşı yüz otuz beş bin? Yirmi bine karşı yirmi bin? Yirmiye karşı yirmi? Bire karşı bir? Bu sayıların hiçbiri ötekinden daha mantıklı değildir. Hatta sonuncusu galiba en mantıklı olanı, çünkü en insancıl olanı. İki şeyden biri: Ya savaş bir çılgınlık ya da bu çılgınlıktan geri duramıyorlarsa insanlar akıllı yaratıklar değiller, ki nedense böyle düşünmeye alışmışızdır.