- Çaresizlikle umutsuzluk arasında gerilmiş, korku dolu, küçük küçük, uzak uzak, diken diken yüzler. Onlarca, yüzlerce, binlerce... Bazıları boşvermişliğin ortasında, sarkık bir çorap gibi. Bazıları, derin bir kaygının şeklini almış, rengini almış ve donmuş. Bazıları boşluğa düşülmeden önce neler konuşuluyorduysa işte o konuşmaların tatsızlığına bulanmış, sonra düşmenin rüzgarıyla şöyle bir dalgalanmış ve tam un ufak olup dağılacakken, camlara yapışıp kalmış. Orada değil de, gürültülerle dolup taşan bir lunaparkta gibi bazıları da. Duruşlarında kocaman birer dönmedolap saklı sanki. Gözlerdeki donuk ışıltılara kadar yükseliyor kimi zaman bu dönmedolaplar, ışıltıların içinde bir an bol güneşli bir çocuk yüzü gibi görünüyor, ortaya masmavi, bir bakımlık gökyüzü bırakıyor, sonra da yavaş yavaş alçalıp gene kayboluyor.
- Böylece, sen aklımdan adamakıllı silinir, bir bilinmeyenken hiç bilinmeyen olursun. Zaten, seni olsa olsa sezerim ben, istesem de bilemem. Sen de, abartılacak kadar sıradan bir hayat yaşayan bu adamı bilme bence. Çünkü, her zaman için sezmek, bilmekten daha iyidir.
- Başka bir deyişle, ben gene insanlardan fellik fellik kaçan, kırık kalpli bir gölge halinde yaşıyordum.
- Aradan geçen zamana rağmen, kütüphanenin yokluğunu ellerimle ayaklarım bir türlü kabul etmedi açıkçası. Bu nedenle, çalışıyorken aklıma bir şey takıldığında, işte şu kitaptaydı diye kalkıp zaman zaman boş duvarlara doğru yürüdüm ben. Bu yürüyüşlerle birlikte, her defasında kütüphanemi yeniden kaybettim tabii ve her defasında içimdeki acı biraz daha derinleşti. Öyle ki, o günlerde artık her şeye kaybettiğim kitaplara bakar gibi bakıyordum. Dahası, geri çağırırcasına bütün gücümle hayal ediyordum onları. Kimi zaman elimi uzatıp hayalimde dokunuyordum hatta, raftan alıyor, büyük bir hasretle evirip çeviriyor, içlerini açıp karıştırıyor ve hangi sayfada hangi satırların altına çizmişsem hepsini bulup tek tek okuyordum. Genellikle geceleri, başımı yastığa koyup gözlerimi kapadığımda yapıyordum bunları. Günün o vakti benim için hayalimdeki kütüphanede gezinme, kitaplarımla dertleşme, hatta onların halini hatırını sorma vaktiydi bir bakıma; onlarda kalan eski dokunuşlarımın sıcaklığını bularak, derin bir hazzın içinde kaybolma vaktiydi.
- Hayatı yaşanabilir kılan şeyin uyku olduğunu ve insanların dinlenmek için değil unutmak için uyuduklarını düşünen çağımızın büyük uykusuzu Cioran'ın hayatına dair bazı bilgileri ise kitaplarından çok çok sonra edindim.
- Çerden çöpten de olsa insan illaki bir baba yaratıyor Ziya Bey, başka türlü var edemiyor kendini; koku kırıntılarını tutup, ölgün gölgeleri ve titreşimleri tutup, ya da boşlukları bile tutup işte böyle babaya dönüştürüyor benim gibi.
- Farklı bir incelik vardı onda çünkü, kimselerin ulaşamadığı, kirlenmemiş, pırıl pırıl bir yan vardı; oturmayı bile unutup saatlerce çömeldiğine, kirpiklerini kırpmadan günlerce sustuğuna ve bakışlarından yansıyan tedirginliğe bakılırsa, kendi kendini deşmeyi biliyordu. Kendi kendini kanatmayı...
- Biliyor musun, dedi Ziya o sırada gözlerini Resul'e çevirerek, bu yaşadıklarımız bana gerçek değilmiş gibi geliyor. Gerçek fazlasıyla hissedildiğinde insana her vakit gerçek değilmiş gibi gelir,..."
- "Sabun köpüğü gibi kabarıp sönen o kahkahaların, ortalığı zangır zangır titreten şarkıların, tütsülerin, loş ışıkların ve birbirlerine ancak bedenen yakın olabilen o her şeye boş vermiş insanların arasında acımı ziyan ettiğimi düşündüm..."
- Siz buradaki insanların dış görüntüsünü oluşturan o temiz ve ütülü giysilere, şık çantalara, ışıl ışıl yanıp sönen takılara, selamlaşmalara, gülücüklere ve her köşesinden bal damlayan kapı önü muhabbetlerine falan bakıp da işler yolunda sanmayın; bize gayet hoş ve makul görünen bu manzaranın gerisinde haddizatında bambaşka bir hayat var. Günden güne çürüyen, çürüdükçe zıvanadan çıkan, pis kokulu, sevgisiz bir hayat...