- Yalnızlık, sizin size yokuşunuzdur.
- Kimse oturmuyor orada; aylardır kiraya verilmesini ya da sahiplerinin bir an önce gelip yerleşmelerini, balkona çıkmalarını, renk renk çamaşır asmalarını, toplanıp çay içmelerini ya da neler düşüneceğini hiç bilemeyeceğim kadın tenli bir erkeğin, ama genç ve sessiz, ama dargın ve örtük bir erkeğin oraya oturup uzaklara bakmasını, hatta ağzından sigara dumanlan saçarak bana hâlâ bir şeylerin kıpırdayabileceğim anımsatmasını sabırsızlıkla bekliyorum.
Yoksa, başucumdaki pencereden bir insan kıpırtısı görüp yorumlara gidebilmem, bir sırta yüz düşleyebilmem, ya da çatıların üstünde sakınımlı adımlarla yürüyen uzak bir karaltıya, henüz gerçekleşmemiş bir düşüşün çığlığım yakıştırabilmem imkânsız. Belki de bu yüzden pek sık bakamıyorum pencereden, karımın ayak sesleri uzaklaşınca gözlerimi tekrar odadaki eşyalara çeviriyorum - Değişiyoruz çünkü, değişen her şeyle birlikte,
farkına varmasak ve değişimin rüzgârını yüzümüzde
açıkça hissetmesek de, yavaş yavaş değişiyoruz. Ne o söylemeye
cesaret edebiliyor bu gerçeği, ne de ben... Değişimin
dile getirilemeyecek kadar nazik oluşuysa, büsbütün korkutuyor
beni; telaşlanıyorum kimi zaman, ne yapacağımı bilemiyor
ve yüzümü yastıklara gömüp derin uykulara dalıyorum.
Kaçış uykularına. Uyuduğum sürece yaşam duracak ve
yürüyen ne varsa benim uyanmamı bekleyecekmiş gibi geliyor
çünkü bana. Uçan kuşlar donacak, güneş bulunduğu
noktaya çivilenip kalacak, sesler katılaşacak ve ışıklar, ampullerden
sarkıp sarkıp kalacakmış gibi... Oysa, her şey bir
akıntıya kapılmış sürükleniyor; dallar, taşlar, yıldızlar, bulutlar,
hatta ölüler bile. Hiçbir şey hiçbir şeyi beklemiyor.
Bütün bekleyişler bir yanılsama aslında, hem de gerçekliği
kavranamayacak kadar büyük bir yanılsama; çünkü bekliyor
görünen ne varsa, bekleyişinin içinde yavaş yavaş yürüyor;
gizleniyor kimi zaman, daralıyor, dağılıyor ve biçimden
biçime girip kendi özündeki sonsuzluğa doğru akıyor... Bir
akışın ya da gidişin önüne engeller yığmak, olsa olsa tadım
değiştiriyor onun, rengini bulandırıyor bir süre, ya da soluklanıp
daha da güçlenmesine yol açıyor; ısıracaksa dişlerini,
tırmalayacaksa tırnaklarım anımsamasına. - Onca beklememe karşın, döndü mü peki? Dönmedi... Upuzun günler geçti gidişinin üstünden, uçuşunun üstünden haftalar geçti, kayboluşunun üstünden aylar... Nedenini hâlâ anlayabilmiş değilim. Bir nedene bağlanması da gerekmiyor zaten, kimi şeylerin nedeni yalnızca kendileri olmalı ve öyle kalmalı. Üstelik, insana kendi yaşamı bile büyük geliyor kimi zaman; ne yapsa, kimi sevse, kimlerce sevilse, hangi işlerle uğraşsa ve nerelerde gezip dolaşsa, bir türlü dolduramıyor. Her şeye karşın, ele geçirilemeyen derin boşluklar kalıyor önümüzde arkamızda.
- İnsan, ne denli çaba gösterirse göstersin ve kaçınılmazlığına ne denli inanırsa inansın, ayrılığa hiçbir zaman hazırlanamıyor çünkü. Hazırım, dediği anda bile içinde ele geçiremediği bir nokta kalıyor sürekli; ayrılığa alıştıramayacağı sızlanışlarım durduramayacağı bir nokta kalıyor. Acıyı yüklenip çoğaltacak bir nokta... Belki de, yalnızca bu noktanın ele geçirilemeyişi yüzünden, birçok terk ediliş anında gerekli gereksiz bir yığın şey konuşuyor insanlar; içlerindeki o noktayı örtebilmek için gülünç tartışmaların tozuna dumanına boğuluyorlar, geçmişe ve geleceğe acımasızca saldırıp kendi yarattıkları harabelerin ortasında yuvarlanıyorlar. O nokta yüzünden hüngür hüngür ağlayanlar da var belki, köpek gibi yalvaranlar, kendilerini içkiye, kumara vuranlar, dövüşenler, sızanlar, yaralananlar, hatta kendilerini kendilerine vuranlar da var.
- Babamın, "Herkes gibi olamadın gitti!" deyişi kulaklarımdan gitmiyordu. Çoğunluğunun bir işte çalıştığı, aynı dükkânlardan alışveriş yapıp aynı yöntemlerle yediği, aynı şeyleri konuştuğu, çocuklar doğurduğu, sonra onların hep birlikte okula gittikleri, aynı renk giysilerle sınıflarını geçip mezun oldukları, ardından tabur tabur asker! Birlikler oluşturduklan, aynı marşları aynı biçimde söyleyerek aynı koğuşlarda aynı kıvrılışlarla yattıkları ve bu edimlerle beraberlik ruhunu yakaladıklarını sandıklan, sonra bir bavul dolusu anıyla terhis olup eve döndükleri, anne babalanna hiç değişmeyen ve toplumun hazırladığı reddedilmez duygularla sanldıklan, aynı yasalara uyarak evlendikleri, babalanndan devraldıklan yöntemlerle seviştikleri ve babalanndan boşalan iş kadrolanna kapılanınca dünyanın yansım ele geçirmişçesine sevindikleri, sevinçlerini aynı yüz ışıltısıyla yansıttıkları ve tıpkı kendilerinden öncekiler gibi, gene çocuk doğurdukları ve onlan besleyip büyütmeye başladıkları ve bütün bu olup bitenlere "dönüp duran paslı bir çember" diyecekken "akıp giden yaşam" adım verdikleri uyumsuz bir toplumda, yelken kulaklı bir uyumsuzdum ben.
- Susuyorduk gene, susacaktık; dağ hangi boşluğumuzu dolduruyor, susmak bizi nereden eksiltip nereye biriktiriyor ve bu sis hangi çıplaklığımızı örtüyor, hiç bilemeyecektik. Her şeyi bilmek için erkendi belki, bilmeler yaşamalardan geçerdi ve biz önce yaşayacaktık.
- Sessizdi. Hiç kuşkusuz, bir şeyler gizliyordu; gri sakallıyı, bağdaş kurup oturan karmaşayı ve beni, yasalar, hatıralar ya da kadınlar adına izleyen bir görevliydi belki. Bu garson kılığındaki kedi, boş bardakları götürüyorum diye, sisin ötesine bizi taşıyordu ya da; orada kocaman bir ülke kuruyordu bizden; toprakları derimizden, suları terimizden, ateşleri yüreğimizden bir ülke... Sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğini bilmeyecek kadar dalgın, kararsız ve pişman bir ülke. Garsonlarıysa mutlu mu mutlu... Çünkü dalgın, kararsız ve pişman bir ülke, elini alnına dayayarak sessizce içer birasını. İkide bir meze kültürünün sınırlarını zorlamaz yani ve kafası attıkça ikide bir masayı sandalyeyi devirip göbek atmaya kalkışmaz. Bir başka deyişle, dalgınlığına demirlidir her zaman, gitse gitse kararsızlıklarına gider arada bir ve hep pişmanlığından döner gelir kendine. Gri sakallı gibi tıpkı,ben gibi,karmaşa gibi...
Bardaklarımız gene boşaldı. - Sonra, torunumun körpecik bedenine yük olmaktan çekindiğimden midir nedir, bir bulut olduğumu düşünüyorum gene ben, illa ki ölmüşsem ve hemen her şeyiyle gerçeğine benzeyen yalan bir dünyada yaşıyorsam bulutumdur herhalde diyorum, ya da dem çekişlerinin içinde eriyip gitmiş uzak bir kumruyumdur.
- İhtiyarlığın getirdiği kuruntulardan biri de budur herhalde diye bazen teselli ediyorum kendimi, yani ölümün eşiğine yaklaştıkça insan yaşadığına inanamayıp varlığından kuşkulanmaya başlıyordur da, böylece hem ölümle buluşmasını çabuklaştırıyor, hem de onu daha katlanılır bir hale sokuyordur.