- "Bir adamın kıymeti parayla ölçülür mü, bir adamın değeri dünya malıyla ölçülmez, ölçülmez ama, gözü kör olsun biz adam öldürmeyi zanaat edinmişiz, ne yazık, onun için yüz bin vereceksin."
- Hiç kimseyle konuşmamaya yemin etmiş gibiydi. İkide birde de: "Sen çıkmasaydın karşıma, ben insanlığı unutmuş gitmiştim,"
- Ahmedin gelişine Sofi çok sevindi. Onu kucakladı, öptü. Sonra da çekti kavalını, Ağrının öfkesini çalmağa başladı. Çaldı çaldı... Ahmedin, Musa Bey'in gözlerinden yaşlar geldi. Uzun uzun çaldıktan sonra kavalı Ahmede verdi. Ahmedin içi yanıyordu. Ağrının laneti bu Paşanın başında olsun, beylerin başında olsun, diye başladı kavalı çalmağa. Kaval başka bir türlü, başka bir sesle dile geldi. Gülbahar bu yeni sesi duydu. Bambaşkaydı. Bu da Ağrının öfkesini söylüyordu. Söylüyordu ama dağ taşı ayağa kaldıran, dağı taşı eriten bir sesle.
- Ahmedin sarışın, kıvır kıvır, altın sarısı, parıltılı sakalı uzundu, dalga dalgaydı. Kirpikleri, iri, duru mavi gözlerine bir keder özlemi katıyordu. Uzun boyluydu Ahmet. Saçları kıvır kıvır alnına dökülüyordu. Uzun ince yüzü yaralı bir karacanın acılı yüzünü ansıtıyordu. Bütün insanların kederi, özlemi, tutkusu gelmiş de bu yüze birikmiş. Bir düşte, bir büyüdeydi Ahmet. Aydınlık buğu ardındaydı yüzü. Görenin kanını kaynatan, uzak, bilinmez bir dünyanın ateşine alıp götüren bir tadı vardı duruşunun, bakışının. Gülbahar Ahmedi çok eskilerden tanır gibiydi. Sanki birlikte doğmuşlar, birlikte büyümüşlerdi. Öylesine aşinalık duyuyordu ona... Belki belki, kim bilir. Düşlerinde görmüştü belki de... Öylesine bildik, öylesine yakın.
- Demek at bunun için geldi de kapısında durdu. Demek Tanrı böyle yazmış. Bu at, bu kız bana Tanrının, Ağrının armağanıdır. Buna layık olmak gerek. Gülbahar bir Ağrı çiçeği gibi keskin kokulu, kütür kütür sağlıklı, baş döndürücüydü.
- At boynunu sese iyice uzattı. Sofi de... Bu destanı çalmayalı, dinlemeyeli çok oluyordu. Bir koca dağ nasıl da bir kaval sesinde korkunç bir öfkeye geliyordu. Sofi böyle tuhaf, şaşkın şeyler düşünürken, şu insanoğluna akıl ermez, diyordu. Bir incecik kavaldan koskoca, kükremiş dağ çıkarıyorlar, diyordu. Şu insanlar, şu dünyada var oldukça her şeye akıl erdirecekler, kartalın uçuşuna, karıncanın yuvasına, ayın, günün doğuşuna, batışına, ölüme, kalıma, her şeye akıl erdirecekler, tek insanoğluna güçleri yetmeyecek. Onun sırrına ulaşamayacaklar.
- 'Hasan hiç bir seyden korkmuyordu. Ölüm onun için bir cennet bahçesiydi. Sustalısını elinden almamışlardı. Hasan gibi insanlara her şeyini göze almış, ölümün öte yanına düşmüş, ölümün tarlasında, ölümde yaşayan yürekli insanlara yaklaşmak, kim olursa olsun, candarma, eşkıya, katil olsun, isterse en yürekli olsun kolay değildi. Hasana ancak, Hasan gibi yaşamın ötesine, ölüme düşmüş insanlar yaklaşabilirler, onunla aynı ipte oynayabilirler.
- Bir türkü duyulur... Gecede başka türlü, gündüzde başka türlüdür. Çocuk söylerse başka tatta, kadın söylerse... Genç söylerse başka türlü olur, yaşlı söylerse... Dağda söylenirse başka, ovada, ormanda, denizde başka türlüdür. Hep ayrı ayrı tattadır. Sabahleyin başka, öğle, ikindin, akşamlayın başkadır.
- Şu insanlar, şu dünyada var oldukça her şeye akıl erdirecekler, kartalın uçuşuna, karıncanın yuvasına, ayın günün, doğuşuna, batışına, ölüme, kalıma her şeye akıl sır erdirecekler, bir tek insanoğluna güçleri yetmeyecek. Onun sınırına ulaşamayacaklar.
- Ne olursa olsun bu zindana bir gôz deliği bırakacağım. Ne olursa olsun, dünyada ilk olarak benim yaptığım zindanın karanlığına pare pare ışık düşecek. Ve hiçbir zalim benim yaptığım ışık ocaklarını tıkamayacak, söndüremeyecek. Syf 34