- Yağsın diye yalvarın yağmaz, yağmasın Allahım deye el açın, bu sefer de böyle yağar. Nedir bu ümmet-i Muhammed'in çektiği!
- " -Dünyâ'yı bize büyük gösteren bizim küçüklüğümüz,oğul.Hırsımız ,sabırsızlığımız ,bencilliğimiz.Önce bu yüzden küçülüyor,sonra da Dünyâ'yı çok büyük görüyoruz." Sayfa 13
- (Onunla) "Konuşanlar sözünü, bilişenler bilgilerini övmüş" S.39
- Sen anneme ait bir hatıra, çocukluğumdan kalma bir şarkı gibisin. Bana onlardan daha yakın, onlardan daha çok sahipsin. Ben sensiz kendimi düşünemem ki...
- Kadınlar evlerde, ak sakallı erkekler kahvelerde toplanıyorlardı. Bu toplantılarda saatlerce susulurdu. Tek tek değil de birarada susuşun bir başka mânası var gibiydi. Belki de dünyanın sonu böyle beklenirdi.
- Soldaki mutfağın kapısı ardına kadar açıktı. Ve mutfak da çoktan terk edilmiş gibiydi. Salih'in sesi neşeyi artık büsbütün kötü taklit ediyordu: "Ana, ben geldim diyorum sana." Kapıyı kapattı. Taşlık büsbütün karardı ve yukarı sofanın tahtaları hızlı hızlı gıcırdadı: "Salih, Salih.. Salih'im." Bir kadının bu sesi çıkarabilmesi için ana olması, bir oğlunu şehit vermesi, dul kalması ve nihayet, son oğlunu da işte böyle cepheden beklemesi gerekti. Ve, insanın harbin ne demek olduğunu anlaması için bu sesi işitmesi gerekirdi.
- Bir ordunun derlenip toparlanması, hattâ yeniden kurulması, evet, yavaş yavaş olacaktı. Fakat asıl sabır isteyen, asıl yavaş yavaş dedirten, dedirtmesi gereken iş bu idi; yanılanı yanıldığına inandırmaktı, onu yoktan yere bir başka düşman yapacak yerde, hakkı olan cepheye, asıl cephesine kazandırmaktı.
- ...bütün bir Osmanlı tarihinin haşmeti işte bu cümleden ibaretti ve Evliya Çelebi'de her hâdiseyi noktalayan bu söz, tarihi yaratan ruhun formülü, o ruhun tâ kendisiydi. "Gün akşamlıdır devletlim; dün doğduk, bugün ölürüz!..." İnanç ve düşünce için yaşayan, yaşamaya, ancak ve ancak inanç ile düşüncenin yaşama dedirteceğini bilen, kısacası, insanı anlayan insanların bundan daha olgun bir söz bulabileceklerini Doktor sanmıyordu.
- Yatalaklarla en kurnaz kaçaklar dahil herkes, ama herkes bir karar vermek, cephesini seçmek zorundaydı. Hareket şart değildi, şart olan bu karardı; çünkü artık bir cümle, bir soru, bir cevap, hattâ bir susuş veya sadece bir bakış bile mavzere davranmaktan, tetiğe parmak atmaktan farksızdı.
- Yarın neler olacaktı? Ölecek miydi, kalacak mıydı? Kalmak... İşte ölümden de önemli, ölümden de çapraşık ve zor olan mesele. Asıl mesele kalmaktı, günlerin getirecekleri ile boğuşmaktı, onlara yenilmemek veya onlara lâyık olmaktı, aşınmadan, bozulmadan, çirkinleşmeden, satılmadan ayakta kalabilmekti.