- Hiçbir misal ve tecrübe, insanlığı kandıramıyor. O, kifayetsizi ve dalâleti hemen seziyor. Menfiyi, çürüğü, günübirliği sezmek işten bile değil, fakat müsbeti, sağlamı, devamlıyı bulmak, dâvaların dâvası...
Niçin o kadar tapındığı müsbet ilimler ona tesellisini vermiyor. Ölülerin kalbini şişelerde zıplatan doktorları; suyun altına, havanın üstüne merdiven kuran mühendisleri; Londradaki fısıltıyı Tahranda dinleten kâşifleri var. Bütün bunlar içinin yıkıntısına niye ilâç değil?..
Ruhunun bütün nizamı çöktü. Bestekârın kulağına eski vecdin sesleri yerine sar'alı kadın çığlıkları ve Afrikalı vahşi tepinmeleri geliyor. Ressamın gözüne, eski âhenkli yüzler yerine, yedi başlı zebanîler ve kemik hastalıkları koğuşundan seçilmiş hilkat galatları görünüyor. Mimar, gökyüzüne bağırsak gibi şeyler çekiyor. Şairin şiiri, daha içini okumadan, uzaktan bakıldığı vakit, kocakarı ağzı gibi yıkık dökük... Üstünde oturduğumuz eşya, taş devri âletleriyle yontulmuş, işsizlik, ümitsizlik ve bedbinlik teneşirleri...
İnsanlık bunalıyor!!!
İşte bütün dâva; insanlık bunalıyor!!!
Belki de bunalmaktan kurtulmak için ayaklandırdığı kıyamete rağmen insanlık bunalıyor. Ve asıl bundan sonra bunalacak!...
Son yıllarda zamanın en ince çizgisine dokunan filozof ormanlarda dolaştı; ve (Bunalma felsefesi) başlığı altında korku ve sıkıntıyı bestelemeğe çalıştı. Şimdi de insanlığın beklediği yeni ve büyük (metafizik)ten bahsediyorlar!
?
Artık anlıyoruz; Allah dünyamızdan çekilmiştir!
Dünyanın ve her şeyin mutlak sahibi dünyadan çekilmedi; dünyanın kalbleri, kendilerini onun nurundan çekti. Allah dünyamızdan çekilmiştir. - Namaz müspet aksiyoniyle bilinir; yani kılındığı görülmekle... Kılınmazken kılınmadığı belli değil... Oruç ise bunun aksidir. Menfi aksiyoniyle anlaşılır; yani tutulmadığı surata çarpılmakla... Tutulurken de tutulduğu belli değil... Öyleyse namaz kılmayan bir adamın edasında ona hakaret göziyle baktığına dair bir alâmet yoktur; oruç tutmadığını surata çarpan birinin tavrındaysa, dine saygısızlık açık... Bu yüzdendir ki, Şâfi fıkhında, halk içinde oruç yiyenlerin cezası müthiştir. Dine sövmenin cezası neyse o...
Şu halde oruç tutamayan biri, suçunu yalnız bu kadar bırakmadığı için, tutmamak fiilini mutlaka gözlerden kaçıracak ve Allah uğrunda aç ve susuz kalanların yüzüne sigara dumanı üflemenin veya huzurlarında ağız şapırdatmanın Allah ile alay etmeye kadar varan şenaatinden uzak kalacaktır.
Bu inceliği vaktiyle ApostoPlar, Mığırdıç'lar, Mişn'lar bile idrak eder ve Ramazanda, Müslümanların karşısında sigara içmezler, şunu bunu atıştırmazlardı.
Bugün ise lâiklik dine hakaret mânasında alındığı için, her biri, doğumunda nüfus kâğıdının ve ölümünde musalla taşının sahte Müslümanları, oruç yeme fiilini şahıslarına inhisar ettirmek yerine cemiyet meydanına intikal ettirmekle, tavır ve eda halinde Müslümanlığa sövmüş oluyorlar ve hareketlerinin mânasını idrakten âciz, bir gaflete düşmüş, daha doğrusu düşürülmüş bulunuyorlar.
Eğer Batının lâik memleketlerinde bizim orucumuz tarzında bir ibadet şekli olsaydı, bütün bir milletin mukaddesatına karşı böyle bir lezit tavrı karşısında ne gibi bir tepkiye yol açılacağı görülürdü. Ne çare ki, Batılılığı, onun kendi dinine muhabbeti değil de, İslâmiyetten nefreti şeklinde ele alanlar, şuuraltı bir davranışla, efendilerine sadakatlerini bu türlü göstermek sevdasındadırlar.
Halbuki Batıyı bu mevzuda konuşturmak mümkün olsa, alacakları cevap şudur:
?Ben İslâmiyetten değil, sizin gibi Avrupalıya yakınlığı ancak alafranga hela küvetlerinde gerçekleşen eşşek hürriyetiyle hür, kazurat yaratıklardan nefret ediyorum. - Komünizm ve materyalizm 19. Asrın ortalarında yoğrulduğu halde 20. Asırda patlak verdi. Komünizm ile materyalizme, Batının ruh muvazenesini kaybedişinin sefil bir muvazene iddiası içinde ilk tezahürü ve resmî manilestasyonu, nümayişi diyebiliriz. Komünizm ?dâvamız simdi komünizm değil? hudutsuza âşık insanın mahduda sığamayan ve hudutsuzu dolduramayan ruhunu tavla zarı kadar küçük ve sıkıntılı bir dünyaya davet etti. Her şeyi maddeye bağladı, ruhu inkâr etti ve ablak bir dünya getirdi. Bu
dünya bâtıl, fakat tam bir sistem halinde geldiği için, aşağı, en aşağı, aşağının da aşağısında sahte bir muvazene kurmadı değil... Ve büyük mânada Batı muvazenesinin bozulmasına işaret teşkil etti. Nitekim Bergson, en güzel teşhisi söyle yaptı:
«Komünizm, çaresini bulamayan, kesiflerine tahakküm etmek kudretini kaybeden Batılı entellektüelin intiharıdır.»
Bergson'un ifade ettiği bu intihar, komünizmin en mühim bir şairinde fiilen vaki oldu. Nazım Hikmet, Vladimir Mayakovski isimli bu şairin çırağıdır... Yani kopyacısı...
Komünizm konferansında bu bahis geçer. O konferansta derim ki: Bizde her şey taklit edilir ve taklit eden taklit ettiği adamın son oluşuna eremez de terk ettiği ilk oluşu üzerinde kalır. Mayakovski bir gün tabancasını çıkardı; masasına koydu ve birkaç satır yazdı; «Komünizmin getirdiği dünyaya inanmıyorum ve ruhumu kaybetmeye razı değilim!»
Çekti, vurdu kendisini! - Komünizm ve materyalizm 19. Asrın ortalarında yoğrulduğu halde 20. Asırda patlak verdi. Komünizm ile materyalizme, Batının ruh muvazenesini kaybedişinin sefil bir muvazene iddiası içinde ilk tezahürü ve resmî manilestasyonu, nümayişi diyebiliriz. Komünizm ?dâvamız simdi komünizm değil? hudutsuza âşık insanın mahduda sığamayan ve hudutsuzu dolduramayan ruhunu tavla zarı kadar küçük ve sıkıntılı bir dünyaya davet etti. Her şeyi maddeye bağladı, ruhu inkâr etti ve ablak bir dünya getirdi. Bu dünya bâtıl, fakat tam bir sistem halinde geldiği için, aşağı, en aşağı, aşağının da aşağısında sahte bir muvazene kurmadı değil... Ve büyük mânada Batı muvazenesinin bozulmasına işaret teşkil etti. Nitekim Bergson, en güzel teşhisi söyle yaptı:
«Komünizm, çaresini bulamayan, kesiflerine tahakküm etmek kudretini kaybeden Batılı entelektüelin intiharıdır.»
Bergson'un ifade ettiği bu intihar, komünizmin en mühim bir şairinde fiilen vaki oldu. Nazım Hikmet, Vladimir Mayakovski isimli bu şairin çırağıdır... Yani kopyacısı...
Komünizm konferansında bu bahis geçer. O konferansta derim ki: Bizde her şey taklit edilir ve taklit eden taklit ettiği adamın son oluşuna eremez de terk ettiği ilk oluşu üzerinde kalır. Mayakovski bir gün tabancasını çıkardı; masasına koydu ve birkaç satır yazdı; «Komünizmin getirdiği dünyaya inanmıyorum ve ruhumu kaybetmeye razı değilim!»
Çekti, vurdu kendisini! - İnsan kadınını ne kadar sevmelidir ki,nihayet onu aşacak ve Leyla'yı Mevla ile değiştirecek hale gelsin... Ve ondan sonra hem de kadınla elele büyük rejime istidat kazansın...
Bir kadın istiyor...Bir kadın ki,erkeği kelimelerden iğrenmeye başladığı an susmayı bilsin...Bir kadın istiyor...Bir kadın ki, erkeğinin şahsiyetini manto gibi giysin ve sihirleri ürkütmemek, cazibe mevcelerini darıltmamak hünerinden(estetik) bir idrakle
anlayışı olsun...Bir kadın istiyor...Bir kadın ki,erkek zekasını kat kat aşan bir içgüdü sayesinde her an yenilenmek,asla tükenmemek gibi bir sanat tılsımı içinde,insana şah damarından daha yakın Allah'a yol verebilsin...Ve bütün bunları hiçbir ukalalığa yeltenmeksizin sihirbazca yerine getirebilsin...Daima mahkum olduğu noktaları kollayabilsin ve o nokta göründü mü hemen silinmeyi,kılçık taraflarını gizlemeyi kestirebilsin...
Hani o kadın? - Dostlar, sormayın bize, bedbin miyiz diye! Bize sormayın, muvaffakiyet yolunda, büyük veya küçük, bir ümide yer var mı diye! Bu son derece ince ve girift bir nüktedir dostlar! Birazcık inhiraflı bir anlayış ve anlatış, bu son derece ince ve girift bir nükteyi harcıyabilir.
Dostlar! Kâinatı şöyle tasarlayın: İç içe dairelerden ibaret sonsuz bir zemin... Biz işte, bedbinlikten ve ümitsizlikten başlayıp daireler inkişaf ettikçe nikbinlik ve ümidin bizzat yatağına doğru yol alan insanlarız. Arada kaç daire boşa çıkarsa çıksın, bir sonraki, o da olmazsa ondan sonraki, daha sonraki, daha sonraki, daha sonraki ve nihayet en sonraki, dairede aradığımızı mutlaka bulacağız! Hale bakın ki, topyekün bütün ümit ve nikbinliğin kaybolduğu, en dar, en küçük, en havasız, en ışıksız dairenin içinde, temsil ettiğimiz mukaddes dâvanın ilerilere doğru nasıl olsa galip geleceğini mutlak ilimle bilenlerdeniz biz! Buna rağmen bu ilmin gönlümüzde yatan sarsılmaz imanı müstesna, müşahhas eserler ve tesirler plânında her şey, bizi ümitsizlikler ve bedbinliklerin, efsane çapında, en müthişleriyle çevrelemiştir. Yani biz, tedbirler âlemine göre bedbinlik ve ümitsizliğin son haddini çerçeveleyici şartlar içinde, takdirler âlemine göre nasıl olsa kurtulacağımızı bilmekten başka hiçbir imkân sahibi olmayan ve böylece dasitanı sabırlar, tahammüller, sırlar ve bilmecelerle sarılmış bulunan eşi ve menendi görülmemiş örnekleriz! Bundan, Allahın sırtımıza yüklediği bu soylu ağırlıktan da, hamdetmekten başka ne düşebilir bize?
Evet dostlar; eğer ümit ve nikbinlik hissi, yalnız tedbirler âleminin şartlarından müstakil olarak gelen bir vakıa olsaydı, bizim, ümit ve nikbinliğimizi, bugün değil, üç batın evvelki büyük babamızla tam yüz yıl evvel kaybetmemiz lâzımdı. Bu âleme ve bu âlemin müşahhas perde üzerindeki tezahür cümbüşlerine göre hiçbir ümit ve nikbinlik hissine yer kalmamıştır! Fakat, aman, aman!... Sakın bizi ümitsiz ve bedbin sanmayınız! Biz, aynı müşahhas perde üzerindeki cümbüşlerin, ânbeân, ilâhî bir emirle, Galata Köprüsü üzerindeki otomobiller gibi tıkanıp kalacağını bildiğimiz kadar, neticenin, büyük neticenin mutlaka bizim olduğunu biliyoruz.
Netice... Bu kelimeye dikkat buyurun!... Netice bizimdir! Ve onlar ki, netice kendilerinindir, hiç ümitsiz ve bedbin olabilirler mi? Yarış yerine çıkarılmak üzere atlar gibi, ağızlarında gem ve burunlarında kıvılcım, netice ufkumuzda şaha kalkacağı âna doğru gökleri eşeleyen henüz doğmamış güneşlerin heyecanını, yuvalarında, şimdiden görüyoruz sanki... Bizi bugün anlamasa, yarın anlayacak; cemad, nebat ve hayvan anlayacak; o da olmadı mı, Son Gün, Hesap Günü, Mizan Günü her şey bizim olacaktır.
Netice bizimdir dostlar! İç içe daireler halinde en küçüğünden en büyüğüne kadar bizim! Bu sırrı bilen insanlar gibi dayanalım! Netice bizimdir! - İdrâkin aczini idrâk, idrâkin ta kendisidir.
- Ne kervan kaldı, ne at, hepsi silinip gitti,
"İyi insanlar iyi atlara binip gitti."
(1978) - Ne görsem, ötesinde hasret çektiğim diyar;
Kavuşmak nasıl olmaz, mademki ayrılık var?
(1980) - Hasret bir rüzgar, kapı kapı aralar geçer;
Gördüğüm her güzel şey, beni yaralar geçer...
(1976)