- Bizans İmparatorları sülâlesinden olduğu iddiasındaki Demetrois Komnenos'un kurduğu cemiyet, kendisine esaslı bir ocak havası vermeyi ihmal etmedi ve bir takım çekici ruhi çizgilere bürünmeye çalıştı. Mesela, üyelerine adamına göre altun ve tunçtan birer yüzük veriyor ve yüzüklerin üstüne şu dört harfi nakşediyordu: F.E.D.A Bu dört harf, Yunanca, "Helen dostluğunun bağı budur!" mânasına (Filiyos Elinikis Desmos Antos) kelimelerinin baş harfleri...
- Avrupa'lının , bu maymundan aşağı kuklaları avlamak için kullandığı yem, Büyük Fransız inkılâbının modalaştırıp sonradan ayağa düşürdüğü, kendisi için belki aziz, fakat ayrı bir iman ve nizamdan gelen milletler hesabına öldürücü zehir makamında bazı işporta malı mefhumlardır ve başlarında "Hürriyet" gelmektedir. Öyle bir mefhum ki, en ateşli bağlılarının bile Hürriyet Hanımla, Hürriyet mefhumu arasındaki farktan haberleri yoktur. Hürriyet nedir; vasıta mı, gâye midir; hangi harflerle çevrilidir; insan olmanın baş şartı hür olmak iken eşek olmanın tek vasfı da hiçbir had tanımamak ve dilediği yerde işemek değil midir? Ve her şeyden evvel ve sonra, Allahın "dinde ikrah yoktur!" emriyle bir dinin bağlılar!, hürriyeti Avrupalıdan mı öğrenecek ve alacaklardır? Eğer dava, sadece bir zulüm ve istibdat idaresine karşı harekete geçmeyi hedef tutucu basit bir şeyse kendi öz ruh bünyemizde ve hak duygusu şeklinde kendi başına mevcut olmak icap eder ve topyekün ve içtimai bir deva kıymetinin bağlanabileceği mutlak bir gaye sayılamaz. Halbuki hürriyet, başı boşluk nârası haline getirilip bir dava cezbesi, vicdanilik hissi olmak yerine bir nefs ihtilâcı ve dizginsizlik sarası şekline girdi mi, artık kendisine ne eski nizamdan eser kalır, nede yeni bir nizama istidat... İşte, vatana fikir getirecekleri yerde, mânasını ve gayesini bilmedikleri hürriyet yaygarasıyla ortaya çıkanlar, Türk'ü içinden çürütme taktiğinin İslâmî ruh ve nizam bütünlüğünü yok etmekten ibaret gâyesine körü körüne alet olmuşlar; ve gıdasız, bakımsız, faaliyetsiz de olsa başları bağlı çiftlik hayvanlarının ipleri kesilerek salıverildikleri bir zemin üzerinde korkunç bir anarşi dünyasını hazırlamaya başlamışlardır. Tanzimattan beri geliş budur ve bütün sahte kahramanlar serisi içinde hiçbir tanesi yoktur ki, en kaba tarafından hürriyet yaygaracılığı dışında bir dünya görüşüne malik ve hiç olmazsa bu kısır mefhuma sadakatle bağlı bulunsun...
- Aslında masonluğun, yahudiliğin ve Batı emperyalizması ajanlarının, fırından ekmek çıkarır gibi tezgahlarında imal ettikleri bu sahte Türklere acıyacağı yerde, öz milletine ve tarihine acısaydı, onları evvelâ çekirdek halinde, sonra da ağaç olduktan sonra köklerinden kazımakta tereddüt etmezdi. Yaratılış ve kader cilvesi! Başka söylenebilecek hiçbir ey yoktur. Nitekim kendisi de o muazzam dehâsiyle bu zaafını o kadar derinden anlamıştır ki, bir gün nedimelerinden birine şöyle demiştir: ?Beni şiddet göstermeye zorluyorlar! Ne yapayım ki, bende Büyükbabam Sultan Mahmud'un sert mizacından eser yoktur! Bu harikulâde ince sözü söyleyen Abdülhamid unutuyordu ki, eğer Büyükbabasında o sert mizaç olmasaydı, Yeniçeri belâsı kendi devrine kadar devam etmiş veya devamına bile imkan katmadan vatan batmış olacaktı. Yeniçeri Ocağının satvet ve mehabetle içine girip onu yeni zaman ve mekâna uyduracak ve Yeniçeriyi eski idealist ruhunun teknesinde yeniden yoğuracak derecede bir zeka İkinci Mahmud'da mevcut değildi. İkinci Abdülhamid?deyse o anlayış var, fakat o davranış yoktu. Abdülhamidin (Jön Türkler) ve İttihatçılara bütün karşı koyuşu, herbirinin kazancından çok üstün tahsisatla şurada veya burada ikâmete memur edilmesi suretiyle bazı konforlu sürgünler, telkinler, nasihatlar, menfaat teklifleri gibi âciz vasıtalardan ileriye geçmemiş ve hiçbir suretle hiçbirinin burnunu kanatacak dereceye ulaşmamıştır. Onun bu rikkat ve merhamet hareketi altındadır ki, yılan yumurtaları kendilerine bir kuluçka iklimi bulmuşlar ve kolaylıkla yumurtalarını delip çıkmışlar, deliklerde büyümüşler, gelişmişler ve nihayet meydan yerini basmışlardır.
- Bir kolunu İstanbul'a ve öbür kolunu İzmir'e uzatmış olan bu netameli şehir. bu iki istikamete Batının zehirli mallarını ihraç eden bir iskele rolünü oynamıştır. Bir zamanlar Osmanlı Devletinde İslam vecd ve aşkı hâkim ve rüzgârIarı Doğudan Batıya doğru esmekteyken doğu mallarının ihraç iskelesi olarak kullanılan Selanik bilhassa Tanzimattan sonra rolünü tersine çevirmiş ve Batı sam yelinin Doğuya üflenme merkezi olmuştur. O günden beri başımıza ne gelmişse, Selânik şehrinin merkezlik ettiği Makedonya ve etrafı yönünden sökün eden insanlar mârifetiyle gelmiştir. Yahudiliğin, dönmeliğin, Osmanlı Masonluğunun, her türlü azınlık fesatlarının ve Batı emperyalizması dolaplarının imalât tezgahı Selanik. en büyük hıncını, şahsında İslam Bininin ve Türklügün en sağlam kal'asını gördüğü Abdülhammid'den almış ve Sultanın ruh yapısındaki bir nev'i zaaf benzer hal sayesinde onu al aşağı etmiştir. Öyle bir intikam alış ki, Padişahı, hem fesat merkezinde, hem de Selanik şehrinin en namlı ve zengin yahudisinin köşkünde hapsediyorlar. Ulu hakanı, Selanik'te bir nevi Yahudilik sarayı olan (Alatini) köşküne tıkıyorlar...
- Padişahlığım müddetince ferdin hürriyetine, haysiyetine daima taraftar idim. Fakat keyfe mâyeşâ bir hürriyeti, gelişi güzel bir serbestiyi de hiçbir zaman hoş görmedim. Hele matbuatta pek revaçta görülen müstehcen resim ve yazılara, sinsi fikirlerin hâkim olmasına asla müsaade etmedim. Milli ananelerimizin bozulmasına da taraftar olmadım. Avrupalıların medeniyetini daima takdir ederdim. Fakat Hıristiyanlığı hiçbir zaman Müslümanlığa tercih etmedim ve üstün tarafını da görmedim. Mârifet bu medeniyeti kendi bünyemize uydurabilmektir. Ben de bu medeniyetin iyi taraflarını, hattâ sarayıma kadar getirdim.
- Ulu Hakânın Enver Paşa'ya söylediği rivâyet edilen sözler, tam da kendisine ve dünya görüşüne denk bir tahlil ve teşhis belirtmekte ve İttihatçıların en acı tenkidini dile getirmektedir: «-Evet, Enver Paşa, şimdi siz de bir harbe girmiş bulunuyorsunuz. Fakat bu iş acele olmuş, hissiyata kapılarak memleket tehlikeye atılmıştır. inşallah devletimiz ve milletimiz için hayırlı ve şerefli biter. Fakat hafazanallah, felâketli biterse, ister misiniz ki, bu da bize Anadoluya mal olsun? O zaman elimizde ne kalır? Hareket Ordusu ile İstanbul üzerine yürüdünüz, muzaffer oldunuz, şehri zaptettiniz, saraya kadar dayandınız beni de hal' ettiniz... Hepsi güzel... Unutmayın ki, emrimdeki kuvvetlere aslâ ateş etmemelerini, kan dökmemelerini bildirmiştim. Eğer bir mukavemet görseydiniz bu size pek pahalıya mal olacaktı. Ancak bu sayede hiç kimsenin burnu kanamamıştır. Fakat arkadaşlarımın gözü hiçbir şeyi görmemişti. Tedbirlerimi beğenmediler. Beni kaldırıp bir paçavra gibi sokağa attılar. Üstelik 31 Mart hâdisesini benden bildiler. Halbuki bunda hiçbir alâkam yoktu. Asileri tahrik edenler elbet de vardı. Fakat bunlar asla saraya mensup kimseler değildi. Her devirde devletin düşmanları olacaktır. Bunları tahkiksiz, mesnetsiz kuru iftiralarla herkese bulaştırmak vicdani bir hareket değildir. Beni en çok üzen şey, huzurumdan kovduğum bir insanı, beni saltanattan uzaklaştıran kararı tebliğe memur bir heyete katmanız olmuştur. Bu, Emanuel Karuso'dur. Bu Yahudiyi ne diye karşımıza çıkardınız? Bununla makam-ı Hilafet ve saltanatı elin Yahudisine tahkir ettirdiniz. Selânik'de bir mason locasının üstad-ı âzamı olan bu zat ile, Hazret-i Peygamberden beri el üstünde tutulagelen Hilafet, encam, bir Yahudinin tebligatı ile Hânedan-ı âi-i Osmanın bir rüknünden alınmış oldu. İftihar edebilirsiniz. Şimdi iktidardasın, neşen yerinde ve huzur içindesin. İstikbalin parlak görünmektedir. Fakat bütün bunlara güvenme oğlum, sana son bir nasihat vereyim: Bugün insanı alkışlayanlar, yarın onu paralamasını da bilirler!.. Dikkat et!.. Allah millete, devlete zeval vermesin..!» Abdülhamid nasihatini burada bitirmişti. Enver Paşa ayağa kalkarak sakıt Hükümdarı asker gibi selamladı ve hürmetle elini sıktı. Abdülhamid, misafirini odanın kapısına kadar geçirdi. Gözlerinde müşfik bakışları pek aşikardı. İşittiklerinden fevkalade heyecana düşmüş olan Enver Paşa, Kuruçeşme'deki yalısına geldiği zaman, hadiseyi zevcesi Naciye Sultana anlatmıştı. Daha sonra, bu tarihte Teşkilat-ı Mahsusa Dairesi Reisi olan Ali Beye söylemişti: ? Ne dersin Ali Bey, Hakan-ı mahlül'un sözlerinde haklı olduğu âşikar değil mi?
- Babıali baskınıyla ceberuti hakimiyetlerini tesis eden ittihatçılar, itilaf devletleri donanmalarının Çanakkale'yi zorlaması ve kanıya asker çıkarıp İstanbul yolunu açmaya davranması üzerine müthiş bir korkuya düştüler ve hükümet merkezin Anadolu'ya taşımayı düşündüler. Bu arada Abdülhamid'e de başvurdular ve dediler: -Devlet merkezinin Eskişehir?e kaldırılması ihtimali vardır. Hatta bu iş için gerekli hazırlıklar da yapılmaktadır. Şevketlü biraderiniz Sultan Reşad Hazretleri, sizi, düşman eline geçmesini mümkün gördükleri Payitahtlarında bırakmayacaklarına göre Anadolu'nun hangi köşesine çekilmek istediğinizi ve nereyi tercih buyurduğunuzu soruyorlar. O zaman Abdülhamid, bütün ümit kapılarını kapayan bu ruhi' iflâs ve hezimet anında, ayakta ve çarpıcı bir heybet içinde, tane tane şu cevabı verdi: Hiçbir yere kımıldamam! Ceddim Fâtih Sultan Mehmet İstanbul'u, fethederken, Bizans imparatoru kaçmayı düşünmemişti. Ben, Fatih'in soyundan bir Sultan olarak Bizans imparatoru kadar da mı olamayacağım? Yerim, ceddimin fethettiği İstanbul'dur; ölürsem de yerim yine burası olacaktır! Bu ulvi cevap, ittihatçıların, o sözde gözü kara (!) kahramanların yüreğine işledi. Onlar da İstanbul'u terk etmemeye ve sonuna kadar mukavemete karar verdiler.
- DERVİŞ - Ölüler, yaşadıklarını sananlardan daha çok ağlarlar. Gözyaşı kaldı mı ki şimdi yaşayanlarda? ÇOBAN - Doğru! Yürekler katı, gözler kuru, şimdiki dünyada...
- YUNUS - İçime saplanacak olursam bir daha çıkamam. İçim ölüm dolu, karanlık dolu...
- Ölümsüzlük için ölüm lâzım!..