- ?? Giyotine gönderildiği sabah ben de bu adamı düşünmüş, bütün çabama karşın aklımdan silip atamamıştım; fakat ne olursa olsun, pişmanlık gelmedi aklıma, imza koymadığıma hiç hayıflanmadım. Temizlik hareketini fazla sert ve insafsız davranmakla suçlayanlar da çıkmıştır. Kendi payıma bu iddiaları yersiz bulurum; işbirlikçilerin ekonomik bağlarla Alman kuklası durumuna getirilmeleri elbette kendi günahlarıdır, Hitler propagandacılarının bağışlanacak tarafı yoktu.''
- ?? Bir sabah metroda hiç bilmediğimiz üniformalı askerler gördük, kızıl yıldızlar vardı göğüslerinde, Sovyet askeriydi bunlar. Lise kendi yurtdaşlarını görünce sevinçle yanlarına sokuldu, konuşmaya başladı; fakat onlar sert ve acı bir dille neden kendi yurdunda değil, burada yaşadığını sordular, zavallı Lise'in hevesi kursağında kaldı, terslenişine fena canı sıkılmıştı. Ülkenin durumu iyiye gitmiyordu. Mendes-France istifa etmişti. C.N.R.'nin etkisi kaybolmuş, adetâ ölüm uykusuna yatmıştı bu örgüt.
- ??Camus Cezayir'den döner dönmez, Combat gazetesinde bir dizi yazı yayımladı; oradaki yerli halkın nasıl amansızca sömürüldüğünü, nasıl sefalet ve açlık çektiğini anlatıyordu; Avrupalılar günde üç yüz gram ekmek alabiliyorken Müslümanlara iki yüz elli gramdan fazlası yasaklanmıştı, üstelik bu miktarın ancak yüz gramı ellerine geçiyordu. Setif olaylarının gürültüsü bile olmadı; 8 mayıs günü, zafer şenlikleri sırasında faşist kışkırtıcılar Müslüman halkın üzerine ateş açmışlardı; Humanitâ gazetesine göre Müslüman halk onlara karşı direnmiş, ordu birlikleri büyük çaba göstererek ortalığı yatıştırabilmişlerdi; yüz kadar insanın öldüğü söyleniyordu. Bu söylentilerin kocaman bir yalan olduğu sonradan ortaya çıktı. (Daha sonra Müslüman halkı kışkırtan seksen kadar Avrupalı kendi azgınlıklarının kurbanı olarak öldüler, fakat ordu işe el koydu, bölgede geniş bir temizlik hareketine girişti, bu temizlik sonunda yerli halk kırk bin ölü verdi.) ''
- ?? EYLÜLDE romanım yayımlandı; Başkalarının Kanı ulusal kurtuluş hareketini işleyen bir romandı, ama varoluşçu roman damgasını yedi. Bu «varoluşuluk» sözcüğü Sartre'ın ve benim bütün eserlerimize kene gibi yapıştırılıyordu. Yaz günlerinde, Cerf yayınevinin, yani Dominikenlerin düzenlediği bir açıkoturum sırasında Sartre, Gabriel Marcel'in kendi felsefesine yakıştırdığı bu damgaya itiraz ediyordu; «Benim felsefem varoluşçuluğun felsefesidir, kabul; fakat varoluşçuluğun ne olduğundan pek haberli değilim» diyordu. Ben de onun tedirginliğini paylaşıyordum. Yazdığım bütün kitapları bu sözcükten habersiz kaleme almıştım, herhangi bir felsefeden değil, doğrudan doğruya kendi yaşantımdan, kendi deneyimlerimden yararlanarak yazmıştım kitaplarımı. Buna rağmen, «varoluşçu» etiketten kendimizi kurtaramadık, boş yere direnmiş olduk. Sonunda herkesin bizi paketlediği bu terimi biz de kabullenmek zorunda kaldık.??
- ?? Sartre kendi sınıfından kopuyordu, burjuvazinin ona öfkelenmesi kadar doğal bir şey olamazdı. Ama komünistlerin öfkesi ve saldırısı bir hançer gibi yüreğine işledi.??
- ?? Varoluşçuluk tarihle ahlâkı uzlaştırma çabası içindeydi; bu iki kavramı bir geçiş döneminin unsurları olarak görüyor ve insanlara, anlamsız, boş ve vahşet dolu olan her şeye haysiyetlerini yitirmeksizin gerçekçi gözlerle bakmalarını öğütlüyordu. Yani küçük burjuvalara ne zamandır düşledikleri çözümleri getiriyordu. Görünüş belki böyle, ama gerçek çok başkaydı; zaten Sartre'ın başarıları ne ölçüde gürültülü olursa olsun, bu yüzden eksik kalmış, küçük-burjuvanın sakat inancıyla gerçeklik arasındaki farkın uyuşmazlığını baştan sona yansıtmış, bu çelişkiye ayna tutmuştur. İnsanlar,"ne zamandır özledikleri bir yiyecek bulmuş gibi saldırmışlardı onun kitaplarına, fakat çoğunun dişi kırıldı, çığlıklar koyverdiler, haykırışlarındaki şiddet herkesin ilgisini çekiyor, herkesi meraklandırıyordu. Sartre kişisel planda, ahlâka özgü değerleri savunarak onları kendi yanına alıyordu; ama getirdiği yeni ahlâk burjuvalarınkine benzemiyor, bu yüzden hepsinde bir telâş yaratıyordu. Sartre'ın romanları, görmezlikten geldikleri, görseler bile unutmaya çalıştıkları perişan bir toplumu önlerine seriyordu; sonunda onu uğursuz bir gerçekçilik tutkusu ile suçladılar, sefalet edebiyatı yaptığına hükmedip işin içinden sıyrılıverdiler. Kendileri hakkında, zaten kendilerinin de bildikleri bazı gerçeklerin yeniden ve usulca kulaklarına fısıldanması hoşlarına gidiyordu, ama hiçbiri gerçekliğin karşısına çıkabilecek kadar yiğit değildi.??
- ?? Ne olursa olsun kuşkuluydum, Sartre o kadınla New York'ta geçirdiği üç haftayı öyle ballandırarak anlatıyor, ondan bahsederken gözlerinin içi öylesine gülüyordu ki, garip bir tedirginliğin bütün benliğime yayıldığını sezinledim; ben, onun bu maceranın değişik ve romantik havasına kapıldığını sanıyordum; fakat birdenbire aklım karıştı; M.'ye benden daha fazla önem verip vermediğini merak ettim, artık eski iyimserliğim kalmamıştı, başıma her felaketin gelebileceğine inanıyor, kendimi de buna göre hazırlıyordum.??
- ?? Tehlikeli bir soru dudaklarınızı yakıyorsa, telaşınız yüzünden yanılır ve bu sıkıntıdan kurtulmak için çoğunlukla en olmayacak zamanı seçer, en olmayacak çarelere başvurursunuz; ben de öyle yaptım; bir öğle vakti, Salacrou'nun evindeki davete gitmek üzere odamdan çıktığımızda Sartre'ın yüzüne alık alık bakarak: «Gerçeği söylesenize artık; hangimiz daha önemliyiz; M.yi mi, yoksa beni mi seçiyorsunuz?» diye sordum. «M.'yi kaybetmek istemiyorum, çok önem veriyorum ona, ama görüyorsunuz, yanınızdayım» diye yanıt verdi. Soluğu "kesilecek gibi oldu. Aslında «Aramızda bir sözleşme var. bunu bozmuyorum, fazlasını sormasanıza» demek işlemişti. Bu yanıt gelecek günleri tehlikeye düşürüyor, her şeyin yeniden ele alınmasını gerektiriyordu. O gün yemek yerken, dostların elini sıkarken ve gülümserken çok acı çektim; Sartre'ın endişeli gözlerle beni süzdüğünü hissediyordum, daha çok kasılıyor ve gittikçe katılaşıyordum, yemeğin sonunu getiremeyecekmişim gibi geliyordu bana.??
- ?? Hemen belirteyim, Sartre ile olan beraberliğimiz otuz yıldır hiç bozulmadan sürüp gidiyorsa, bilin ki üçüncüler arada harcanmış, kurduğumuz sisteme kurban gitmişlerdir.??
- ?? Başkaları da Algren'in sözünü etmiştir bana; dengesiz, aşırı sinirli, hattâ «nevroz» hastası olduğunu söylemişlerdir; aldırmıyordum hiçbirine, onu tek başına tanımak hoşuma gidiyordu. İddia edildiği gibi, sertlikleri, beklenmedik ve ters davranışları varsa bile, bir gerekçesi olmalıydı bunların; demek kendini savunmak zorunluluğunu hissediyordu. Gerçekten üstün özellikleri olan insandı, hani iyilik sözünün suyu çıkmamış olsa, her şeyden çok «iyi insandı» derdim.??