??Osmanlı Türk milliyetçiliğini uyandıran da Balkan felaketi olmuştur. Bu zilletin verdiği küçülme duygusunu telafi etmek için Türk tarihinin bütün şereflerine sarılmış, istikbale ümitle bakan bir Türklük şuurunun fışkırması lazım geldi; nasıl ki mütareke zilletleri de Kemalist milliyetçiliği doğuran felakettir. Bu milliyetçiliği İtalyan emperyalizmiyle mücadele etmiş bir Habeşistan veya Japon emperyalizmiyle hala mücadele eden Cin milliyetçiliğiyle bir tutarak, Kemalizmi sadece yarı müstemleke olmaktan bir kurtuluş hareketi gibi göstermek isteyen sosyalist görüş, yalnız İktisadi bünyeye ehemmiyet vererek Türkleri o milletlerden ayıran büyük tarih ve kültür farkına tamamıyla yabancı kalmıştır. Birkaç sene evvel bizde sık sık ortaya atılan, fakat bugün' artık tekrar edilmez olan bu sosyalist görüşün kıymeti üstünde ne düşündüğümüzü bildirmeden önce şuna işaret edelim ki Cin?le Türkiye arasında İktisadi faktörlerin ehemmiyetini kat kat aşan koskoca bir kültür ve medeniyet farkı vardır. Bu fark, iki memleketin İktisadi bünyelerini de Uzak ve Yakın Şark kadar birbirinden ayırır. En geri Brahma-Buda kültürüyle bugünkü Avrupa kafasının teşekkülünde ne büyük emeği geçtiğini evvelki bahislerde işaret ettiğimiz Türk kültürünü bir hizada ve bir kader içinde mütalaa etmeye imkân yoktur.??
??Dünyanın bütün milliyetçilikleri, bugüne kadar, şiddetli bir müdafaa insiyakından doğmuş olmakla beraber, içinden çıktıkları milli bünyenin taleb ettiği hususi bir tekâmül takip etmişlerdir. Bunun için Kemalist milliyetçilik, ne Habeş, ne Cinli, ne Fransız, ne Alman ve ne de İtalyan?dır. Osmanlı olmayı bile reddeden Türk milliyetçiliği yüzde yüz Türk?tür ve onu kendi kendisi olmaktan men edebilecek her düşünceye, her harekete karşı milli bir mukavemetle dimdik tutan şey de yalnız budur.??
??Osmanlı münevveri kendisini biri Osman?dan, biri de Meretten başlayan iki tarihin çocuğu sanıyordu. Osmanlı "Türkçülerinin bir işi de bu eksik ve güdük tarih şuuruyla mücadele etmek oldu. Türk ocağı tavanları, o devre kadar birer canavar şöhreti almış Cengizlerin, Atillaların, Timurların şerefine yükselen kasidelerle çınlıyordu. Darülfünunda acılan ?Türk medeniyeti tarihi? kürsüsünde, Ahmet Ağaoğlu, gençliğe Radlof?un, Tomson?un, von Le Coq?un, De Lacoste?un Orta Asya?da yaptıkları araştırmalarının neticelerim bildiriyor, yeryüzünde en eski medeniyetin Türkler tarafından vücuda getirildiğini haber veriyordu : ?Kurei arzda en evvel teessüs etmiş olan ve bütün ezminei kadime medeniyetlerinin ve hattı mıhı icadının şerefi hakkım herkesten ziyade ekyamı Turaniye iddia edebilir. Alman âlimlerinin kısmı zamanı miladdan 2000 sene evvel şimalden gelerek Anadolu?nun şimali garbi tarafında zuhur eden meşhur Hitit kavminin Turanı olduğuna hüküm vermişlerdir.? diyordu. (Türk Yurdu - cilt 4, sahife 552)??
??Akçora, bu Acem görüşlü Osmanlı tarih anlayışını şiddetle reddediyordu : ?Hayır, efendiler, bin defa hayır! Kendi büyüklerimizi mütemadiyen tahkir ve tel?in edegelmemizin sebebi, onların hakikaten tahkir ve tel?ine layık olmalarından değil, asla değil; ancak onları başkalarının gözüyle görmemizden, başkalarının beyniyle anlamamızdandır ? diyordu. (Türk Yurdu cilt 1, sahife 18)??
«Orta Asya?nın otokton halkı Türktür, diyordu, binaenaleyh orada büyük Türk ailesinden başka ve ondan ayrı indo - öropeen namı altında bir ırk yaratmaya kalkışmak tabiata isyan olur. Makul ve insani olan, tabiatın, Orta Asya yaylalarında yarattığı ırkı tanımak ve onun adına hürmet etmektir. «Kafasını, vicdanını en son terakki şuleleriyle güneşlendirmeye karar vermiş olan bugünün Türk çocukları biliyor ve bildireceklerdir ki onlar 400 çadırlı bir aşiretten değil, on binlerce yıllık arî, medeni yüksek bir ırktan gelen, yüksek kabiliyetli bir millettir.»
??İkinci tarih kongresinde, Profesör Eugene Pittard Avrupa tarihçilerine Atatürk?ün bulduğu büyük Türk hakikatini anlatırken, Fransızca aslından bizzat tercüme ettiğim şu sözleri söylemişti: «Birkaç sene içinde ne neticeler! Arşivlerde ve eski anıtlarda araştırmalar, her tarafta açılan kazı sahaları,, harikulâde güzel buluşlar! Her yerde, Piri Reis gibi meçhul Türk âlimlerine aid ışıklar zuhur ediyor; her yerde, tarihin bildiği eski Anadolu kavimler! arasındaki münasebetlere dair yeni telâkkiler çıkıyor. Sonra, aynı zamanda, Anadolu yaylalarına hâkim tepelerde oturanların atalarını masallaşmış bir maziye kadar irca ederek bize medeniyetlerin tevalilerini ve inenşelerini ifşa eden tarihten önceki devirlere aid keşifler. (...) Bizi bütün bu noktalarda aydınlatan, binlerce yıllar ve asırlar, kavimler ve medeniyetler arasındaki zaruri münasebetleri tesis ederek bütün bu hâdiseler üzerinde bize bilgi veren Türk Tarih Kuruntudur. İşaret etmemiz ve hepimizin alkışlamamız lâzım gelen bir hararetle çaIışan Türk Tarih Kurumu. Çünkü bütünüyle alınırsa Türk tarihi ayni zamanda bizim tarihimizdir. Bu noktada şüphe edilemez.??
??(?) Türkiye Cumhuriyeti?ni kuran Türk milleti, bugün düşünce prensiplerini ve metodunu benimsediği Avrupa kafasının teşekkülünde de büyük bir emek sahibi olmuştu. Ortaçağ'da klasik kültürün Avrupa?da tanınmasına ilk önce delalet edenler Türklerdir. Fakat İslam kültürü, sonradan kendisini İspanyadan da çekilmeye mecbur eden bir uzaklaşışla içinden Avrupa medeniyetinin fışkırdığı Akdeniz kaynağından gitgide ayrılarak Uzak Şark tesirleri altına yatınca, onunla beraber Türk kültürü de ileri bir Avrupa kafasından çıktığı halde geri bir Asya kafasında karar kılmıştı. Modern cağ içinde gerilememizin anlaşılması, bu ters yüzü dönüşün izahına bağlı bulunuyordu.??
"SON vapur. Güvertenin ön tarafındayız. Yakınımızda kimseler yok. Başlarımız birbirine dayalı. Rüzgâr onun saçlarını benimkilerine, teninin kokusunu denizinkine karıştırıyor. Gözlerim kapalı. İki eli de avuçlarımda. Sıkıyorum. Başını hafifçe çekiyor ve yan bakışlarıyla gözlerimi arayarak gülümsüyor. Yüzünde müşterek bir rüya anının dalgınlık izleri yerine, ağır düşüncelerden gelen bir dehşet intibahı var. Bir korku sarayının simsiyah koridorlarında dolaşan yalnız ve mahpus bir kraliçe gibi gözleri karanlığı emiyor, büsbütün irileşiyor ve güzelleşiyor. Ben onun münzevî(ilgisiz) kalbine uzaklardan seslenmek için, kulaklarının içine en güzel hislerimi fısıldıyorum. Sonra dudaklarımı yanaklarının üstüne koyuyorum. Yüzü yanıyor, o kadar yanıyor ki, biraz sonra kül olup dağılmasından korkuyorum. Sonra ince bir ıslaklık. Hafif bir titreme. Gözlerinin içine bakıyorum. Karanlık; ve soruyorum: -Ağlıyor musun?
Felaketimizi başka biriyle taksim etmek saadettir, fakat annelerle değil, annelerle değil. Annelere anlatılan kederler taksim değil, zarbedilmiş olur: Çocuklarının felaketini iki kat şiddetle hisseden anneler, bu ıstıraplarını çocuklarına fazlasıyla iade ederler; böylece keder anadan çocuğa ve çocuktan anaya her intikal edişinde büyüdükçe büyür.
Beni ona bağlayan bu hisse bir isim takamıyorum. Aşk değil bu. Dostluk değil. Dostluk ve ahbaplık gibi, zora gelince feda edilebilecek bir şey değil. Sevilmenin gururu var tabii. Fakat bu biraz da sevmektir.
Max Weber
Yusuf Atılgan
J. G. Ballard
David Nicholls
Hermann Broch
Carlos Fuentes
Ahmet Ümit
İclal Aydın
Henri Charriere
Katharine Burdekin