- Soluklanıyoruz ve soluğumuz bira kokuyor. Yaşadığımıza bir kez daha inanıyoruz o sırada. Bardakları yere bırakıp beklemeye başlacaktık şimdi. Susuyorduk gene, susacaktık; dağ hangi boşluğumuzu dolduruyor,susmak bizi nereden eksiltip nereye biriktiriyor ve bu sis hangi çıplaklığımızı örtüyor, hiç bilemeyecektik. Her şeyi bilmek için erkendi belki, bilmeler yaşamalardan geçerdi ve biz önce yaşayacaktık.
- Dalgınlığına demirlidir her zaman, gitse gitse kararsızlıklarına gider arada bir ve hep pişmanlığından döner gelir kendine. Gri sakallı gibi tıpkı, ben gibi, karmaşa gibi.
- Gözlerinse maviydi, nereye bakarsan bak, iki damla deniz içini çeke çeke kendini martısızlığa vuruyordu.
- Ağlamak, bir tür işaretmiş Yabu için. Kimsesiz bir ihtiyarmış; her gece dam başında oturur, gözlerini Resulayn'ın ışıklarına diker, sonra da şafak sökene dek sigara içermiş. Sigarası kalmadığında, ya da yıllardır çektiği yalnızlık birdenbire büyüyüp boğazına düğümlendiğinde de, birisi yanına gelsin diye ağlamaya başlarmış böyle.
- Uzun süredir yolculuğa çıkmadığım için, İzmir'e giderken her şeyi olduğundan derin, olduğundan çizgili ve karmaşık görerek yaşamı abartacağımı düşünüyordum. Daha trene binmeden, garda bile başlayabilirdim bu işe; çantamla bedenimi o kanepeden o kanepeye sürükler, yalnızlığımı bekleme salonundaki o kalabalığın içinde azaltmaya çalışırken kederli kederli sigara içer, sonra da rayları sağıma alıp onlarla birlikte yürürken, gökyüzü bir kameraymış da yüzümü yakın çekime almış gibi, delik deşik bakışlarla uzaklara bakabilirdim. Ama, hiçbirini yapmadım bunların. Ne garı abartabildim, ne treni, ne de kendimi. Belki de, öyle ustaca abarttım ki, kendim bile farkına varamadım.
- Kız sessizdi gene de. Şişmana göre, böylesine derin bir sessizliği ancak büyük gürültülere hazırlanan ruhlar taşıyabilirdi.
- Oda sözcüğünün yalnızca odayla sınırlanamayacağını, insanın her türlü kuşatılmışlığının, kendi kendini daraltışının, başka olaylara bağlayamadığımız her olayın, dahası ülkelerin, ülkelerin bulunduğu dünyanın, dünyanın ve gezegenlerin dönüp durduğu evreninde bir oda sayılabileceğini mırıldandı.
- hiçbir şey bitmiyor, diye mırıldandım. Hele geçmiş, hiç bitmiyor. Herkes geçmişini çoğaltıyor sürekli. Dünü yok edemeyiz, diyor Gülnida da. Çiçeklerin yaprağındaki, tenimizdeki, sesimizdeki, ağzımızın alıştığı tatlardaki, nasıldı'lardaki, kimdi'lerdeki, öyle miydi'lerdeki dünü
- Anlamak da, anlatmak da geçmişle başlamalı belki. İkinci kez yazılan üçüncü bölümde, bir odadaymış. Sonra, öyle çok kalmış ki orada, artık roman boyunca birkaç metrekareden geniş düş kuramamış. Aylar sonra, duvarları dişleriyle kemirip tırnaklarıyla kazmaya başlamış. Duvarları delmiş bir gün. Dışarı çıkmış. Ancak, bu kez öncekinden biraz daha geniş bir odada bulmuş kendini. Bulunca da, yeniden çırpınmaya başlamış tabiî ve iç içe geçmiş odaları yıka yıka altıncı bölüme kadar gelmiş. O bölümde, son odayı da yıkmış. Toz toprak, buruşukluk ve küf toplamı halinde, geniş mı geniş bir ovaya atmış kendini. Atınca da, dağlara saldırmış hemen. Taşları dişlemeye, toprağı tırnaklarıyla kazmaya başlamış. Çünkü, kendini bu kez çok geniş bir odada sanıyormuş.
- Güldü Safa Bey. Gülüşü daracık ve ışıksızdı. Herkes gibi inişli yokuşlu gülemediğine, gülünce ortalığa şıkır şıkır bir şeyler dökemediğine içerledi.