- Bayram yerinde canlandırılırken
kentin kurtuluşu
ayakları kesilen gazi
hiç düşünmeden
değişir madalyasını
çorap kokusuna - Oyuncak Müzesi'nin bahçesi için bir Atatürk heykeli düşünüyorum: Bir ağaç dalına asılı salıncakta oturmuş, gülümsüyor... Tıpkı, 28 Kasım 1930'da, Ege vapurunun güvertesinde çekilen fotoğrafındaki gibi...
Salıncaktaki Atatürk'ü sallamak için ağacın ve dolayısıyla heykelin bulunduğu alana yalnızca çocuklar girebilir.
Çocukların salladığı bir Atatürk heykeli...
Çocuklar dedim, çünkü bir onların elleri kaldı kirlenmemiş! - Kedi Kırıkları
Kutsal kitaplarda
aramam boşuna
bir işaret
bilirim ki kuşların
silah sesinden
ürkmediği gün kopacak
kıyamet - Beni senin gibi
Bir de annem terk etmişti
Ki göbeğimde durur
Onun yokluğundan
Bana kalan
Çukur - (...) Sansür kurulu, tarlaların göründüğü sahnelerde, başakları çok kısa ve cılız bularak "Türk toprakalrının böyle bereketsiz olamayacağı" gerekçesiyle o sahneleri filmden kaldırır. 1952 yılında çekilen filmde, Âşık Veysel'in yaşadığı Sivas'ın Şarkışla ilçesindeki son derece gür ve bereketli hasat sahnelerine aldanmayın. Bu sahneler, o yıllarda Amerika propagandası için çekilen fillerden kesilerek, Âşık Veysel'in hayatına eklenmiştir!
O yerler Sivas değil, Amerika'nın Hudson Ovası'dır! - (...) kendi kabuğuna böylesine kapalı olan Japonya'nın dünyaya açılımı 1800'lü yılların ikinci yarısında, İmparator Meici tarafından sağlanmıştır. Bu dönemde Avrupa tabak, çanak, fincan gibi Japon seramiklerini çok sevmiş ve ithal etmeye başlamıştır. Tüccarlar, uzun süren deniz yolculukları sırasında eşyanın kırılmaması için kağıtlara sıkıca sarılmasını isterler. porselen ve seramikler hazırdır, sipariş de vardır, ama günlerce sürecek deniz yolculuğunda ambalaj olarak kullanılacak kağıt ihtiyacı da çoktur!
Geleneksel Japon resim sanatı olan "ukiyo-e" yetişir imdada. Doğa ve gündelik hayata ilişkin olan bu resimlerden Japonya'da öylesine çok vardır ki, eski ve kullanılmayan "ukiyo-e" ler Avrupa'ya gönderilen kırılacak eşyanın sarılıp sarmalanmasında kullanılır.
İlk gemiler Avrupa kıyılarına ulaşınca, akılları porselen ve seramiklerin kırılıp kırılmadığında olan tücarlar ilk önce paketleri açıp, kontrol ederler ve bu sırada eşyanın sarılı olduğu kağıtları da atarlar.
Zamanla, "ukiyo-e" resimelrinin limanlarda biriken kağıtları sanatsever tüccarların ilgisine çeker. Karlı dağların, köpüklü dalgaların, köprülerin, meyve ağaçlarının çiçekli, incecik dallarının insana baktığında huzur veren renklerle çizildiği resimlerden etkilenler öylesine çoktur ki, onlardan biri Anvers Limanı'na her gün gelmekte ve porselen takımları koruma görevi sona erdikten sonra atılan Japon resimlerini toplamaktadır. O adam Hollandalıdır ve tek kelime Flemenkçe bilmeyen Doktor Genpaku'nun yaptığı gibi, hiç tanımadığı Japon resim sanatının dilinden etkilenerek tablolar yapıp, altlarına imzasını "Vincent van Gogh" olarak atacaktır! - Nuh'un Gemisi'nin nerede olduğunu çocukluğumdan beri merak eder dururum. Ne mutlu bana ki, insanlık tarihinin bu sırrını da çözdüm ve Nuh'un Gemisi'nin yerini buldum! Biliyorum ki, şu an kimilerinin yüzünde hafif de olsa alaycı bir tebessüm belirmiştir. Ya da "Eh," demiştir birileri, "adam bu kadar kitap okur, müze gezer, ayrıntıların okyanusuna dalarsa olacağı buydu kafayı yedi sonunda"...
Rodin'in Düşünen Adam heykelini, ünlü heykeltraşın müzesinde gördüm. Bu heykelein kopyalarını dünyanın pek çok ülkesinde üniversitelerin bahçelerinde de gördüm. Düşünen Adam heykeleinin kopyası müze önlerinde de çıktı karşıma, kütüphane girişlerinde de... Ancak bir millet var ki, Düşünen Adam heykelinin kopyasını bir akıl hastanesinin bahçesine koymuştur! Bu yüzden, "Nuh'ın Gemisi'ni buldum," dediğimde, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nin bahçesindeki Düşünen Adam heykelinden dolayı bu sözümün yadırganmasına şaşırmayacağım. - Tüm dünya, bir insanın Ay'a attığı adımı ve o adamın fotoğrafını konuşuyor. Oysa, Armstrong'un Dünya'ya dönmek için -212 C ile +177 C arası sıcaklıklara dayanıklı, 30.000 dolar değerindeki 43,5 numara ayakkabısıyla Ay'da bıraktığı son ayak izi de, en az ilki kadar konuşulmaya değerdir.
Armstrong, ayrılırken, araştırma yapılması için Ay taşları toplar. Ne var ki, bu taş örneklerinin ağırlığı Dünya'ya dönüş yolunda büyük bir engeldir. Armstrong, yanına aldığı taşlara karşılık uzay aracının ağırlığını dengelemek için ayakkabılarını çıkarır ve Ay'da bırakır!
Ay'da sadece Ay'da sadece Armstrong'un ayak izi değil, o izi bırakan 43,5 numara ayakkabıları da durmaktadır. Bu bilginin ışığı altında şunu söyleyebiliriz: Neil Armstrong bir Amerikalı olabilir ama evine, yani Dünya'ya dönerken bir Türk gibi davranmış ve ayakkabılarını kapıda çıkarmıştır. Armstrong'un açtığı yoldan giden dokuz astronot da, yanlarına aldıkları taşların ağırlığını dengelemek için aynı hareketi yapmış ve botlarını çıkararak Ay'da bırakmışlardır. - (...) Kalabalığın arasından çıkan bir adam elindeki kartviziti kapıdaki görevliye uzatır: "Şeyyy, bunu size vermemi istediler"... Daha önce uzattığı kartviziti okuduğu hiç kimseyi içeri almayan görevli, göz attığı kartvizitte klasik bir istekle karşılaşır: "Kart hamili yakınımdır, maça alınmasını rica ederim".
Karşısındaki adamı kovmadan önce ne olur ,ne olmaz diyerek kartın arka yüzünü çeviren görevlinin gözleri, okuduğu isim karşısında fal taşı gibi açılır: "Beyefendi sizi Altan Erbulak mı gönderdi?"
Bir arkadaşının eline kartvizitini vererek maça gönderen Altan Erbulak'tır. Görevli, "Siz lütfen içeri buyurun" diyerek ünlü sanatçının arkadaşını Basın ve Şeref Tribünü'nün kapısından içeri alır. Haliyle de, elinde bir kartvizit olduğu halde maça alınmayanlar homurdanır. Kapıdaki adam sert çıkar: "Duymadınız mı yahu, adam Altan Erbulak'ın yakını"
O gün, kapıdan içeri giren adam Altan Erbulak'ın ta kendisidir!
Bir önceki Fenerbahçe-Galatasaray maçına giden Altan Erbulak, gazeteci kimliğiyle Basın ve Şeref Tribünü'nün kapısından içeri girerken, aynı görevli tarafından durdurulur...
Ünlü sanatçı "Ben, Altan Erbulak" dese de, görevli karşısında duran 1.64 boyundaki adama bakarak şunu söyler: "Sahtekar, koskoca Altan Erbulak böyle mi olur?"
Altan Erbulak, tarihimizde, kendi kartvizitiyle kendine torpil yapan tek insandır! - İkinci Dünya Savaşı öncesinde, çocukları da görürüz bowling salonlarında: ama onlar, oynamak yerine kukaların yanında durmaktaydılar. Görevleri, devrilen kukaları dizmekti. 1946 yılında, otomatik dizme makinesi yapılana kadar kukalar, "pinboy" adlı çocuklar tarafından hazırlanırdı yeni atışa.
Çocuklar, dizdikleri kukaların üstünde bulunan sıraya oturduklarında, ayaklarının altından geçiyordu atılan toplar...
Her şey, savaş günlerinde olduğu gibiydi yani...
Büyükler kazanmak hırsıyla atış yaparken, küçük ayakların altında devriliyordu yaşam...
Ve çocuklara her seferinde, yıkılanları yapmak, yaşamı yeniden ayağa kaldırmak düşüyordu!