- Dua ederek onca zamanımı yitirdiğime yanıyordum. Tanrı'yla azizleri yoksa; kazandığım binlerce bağışlanmış gün neye yarardı? Yuvasız kuşlar gibi, bomboş gökyüzünde uçuşuyor muydu dualarım? Umutsuzca kaçmaya çalışan bu dualar, yitirdiğim sesimle birlikte gizli bir yere mi kapatılmıştı yoksa?
- Sovyet dünyasında, bir insanın değerini anlayıp ona görev vermek için gerekli tek şart "toplumculuk" tu. Bir yoldaşın değerleri de zayıf yanları da sayıp dökülmekle bitmezdi. Değişik durumlarda, herkes sapabilirdi. İnsanın içinde, bir halk düşmanının, bir kapitalist ajanının uyuklamadığı kesinlikle anlaşılamazdı. Her an, uyanık durmak gerekliydi. Bir insanın birkaç yüzü olabilirdi. Sık sık, işi, ailesi ve siyasi görüşlerine göre ölçülmeli, yerini alabilecek yetenekte kilerle kıyaslanmasıydı. Parti, adamlarını, gerçeği ürkütücü bir açıklıkla ortaya koyan değişik merceklerden geçirirdi. Hangi yanının üstün geleceğini kimse bilemezdi. Parti'ye girebilmek, yükselmek demekti. Yükselmeye giden yolsa zorluklarla doluydu.
- Herkesin çabası, yeryüzünde daha büyük bir alan, gökyüzünde de güneşten daha çok yararlanmayı sağlayacak bir yer edinmek içindi.
- Önde koşmak, arkada kalmak kadar tehlikeliydi.
- İnsan olmak büyük bir başarı, önemli bir aşamadır. Herkes, kavgasını içinde taşır. Bunu benimsemek kendi yasalarına göre tek başına kazanmak ya da kaybetmek zorundadır.
- Tepeye giden yollar, ne kadar çok olursa olsun insan oraya ancak yakın bir dostun yardımıyla çıkabilirdi.
- Hiçbir adam, kendini hırpalatmamalıydı. Kendine saygısını yitirir, yaşamının anlamı kalmazdı.
- ve onlara Orta ya da Doğu Avrupa'daki savaştan her bahsettiğimde, bana her zaman savaş henüz başlamadan İsviçre'ye geldiklerini, savaşı ve yaşanan vahşeti sadece radyodan ve gazetelerden dolaylı yoldan öğrendiklerini belirttiler. Ben de özellikle toplama kamplarının konuşlandırıldığı bir ülkeyi esas alarak, 1939 ile 1945 arasında yalnız askeri harekatlarda bir milyon kişinin hayatını kaybettiğini ancak toplam beş buçuk milyon insanın bu kamplarda can verdiğini anlattım. Bu insanların üç milyonundan fazlası Museviler'di ve bu sayının üçte biri de daha on altı yaşlarını doldurmamıştı. Bu ölümler istatistiki olarak her bin kişiden iki yüz yirmisinin öldüğü anlamına geliyordu. Ve daha kaç milyonun sakat bırakıldığını, travmaya maruz kaldığı yahut gerek maddi gerekse manevi yıkıma uğratıldığını da hesaplamak mümkün değildi. Beni dinleyenler sözlerimi kibarca onayladılar, ama her zaman için kamplarla ve gaz odalarıyla ilgili raporların tiraj peşinde koşan gazeteciler tarafından abartılıp, süslenip püslendiğini düşündüklerini de itiraf ettiler. Ama ben Doğu Avrupa'da o tarihlerde çocukluğumu ve ilk gençliğimi geçirdiğimi anlatarak gerçek olayların en korkunç fantezilerden daha da acımasız olduğu konusunda onları ikna ettim. Eşimin tedavisi için hastanede kaldığı günlerde, bir araba kiralayıp, kafama göre etrafı gezerdim. Bu esnada çok güzel döşenmiş İsviçre yollarında, çelikten ve betondan yapılmış olan ve olası bir işgalde tankların ilerlemesini engelleyecek olan tank tuzaklarını gördüm. Burada hâlâ daha hiç teşebbüs edilmemiş bir işgale karşı bir savunma olarak durmaktaydılar, aynı oteldeki yaşlı sürgünler gibi eski zamanlara ait ve amaçsızlardı.
- Savaşın, yoldan fazlasıyla çıkmış politikacıların bir eseri olduğunu düşünmekteydiler, insancıllıkları tartışılan politikacıların. Onların kabul edemedikleri, anlaşmalara garantör olarak katılmış kimilerinin daha sonra savaşı başlatanlar olmasıydı. Bu inançsızlıklar içinde benim annem ve babam gibi kaçma şansına sahip olamayan milyonlarca insan, anlaşmaların büyük bir şiddetle yasakladığı eylemlerden çok daha acımasızlarına maruz kaldılar.
- Gerçek, insanların karşısında farklılıklar arz etmeyen tek şeydir.