- ?Yeryüzünde kendi yetiştirdiği büyük şairleri, kendi diline ve kültürüne hizmeti dokunmuş edipleri, kendi çocukları okuyup anlayamasınlar diye her türlü tedbiri alan bizden daha şaşkın bir millet var mıdır acaba? Bırakınız Osmanlı harfleri ile yazılmış eserleri, Cumhuriyet?ten bu yana yetiştirdiğimiz büyük kalemşörlerin eser-i hameleri olan kültür hazinelerini de okuyup anlayabilen nesillere veda etmek üzereyiz. Ne hazin tecellidir ki asrımızın insanı olarak kabul edebileceğimiz Halit Ziya, Tevfik Fikret, Reşat Nuri, Halide Edip, Mehmet Emin, Ömer Seyfettin gibi müellifler bile birer arkeolojik kalıntı gibi algılanmakta, sırf dil yüzünden kültürümüz bir hazin mecraya doğru yaklaşmaktadır.? (S. 125)
- ?Dünyada Nasrettin Hoca gibi, şöhretinin büyüklüğüne nispetle hayatı hakkında yeterli bilgiye sahip olunmayan ikinci bir kişi var mıdır bilmiyorum? Diğer bir ifade ile, acaba başka hangi millet şöhreti ülke sınırlarını aşmış bir büyüğünü bu kadar nisyana reva görmüştür? İşte Nasrettin Hoca?mızın 21. Yüzyıla üç kala anılıp hikâyelerinin anlatıldığı ülkelerden bazıları: Almanya, Arnavutluk, Türk Cumhuriyetlerinin tamamı, Avusturya, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Çek-Slovak Cumhuriyetleri, Çin, Finlandiya, Fransa, Gagauzistan, Moldovya-Ukrayna, Irak, İran, İtalya, Japonya, Kıbrıs, Macaristan, Makedonya, Pakistan, Romanya, Tayland, Yugoslavya, Yunanistan ve Batı Trakya.? (S. 130)
- ?Evet, Fatih, Avni mahlasıyla şiirler söylemiştir ve o şiirlerde kadından da şaraptan da bahsetmiştir. Ama nedense divan edebiyatının gündemde olduğu altı asır boyunca hiçbir zahit veya sofu buna bakarak ortaya çıkıp ta Fatih?in içki müptelası olduğunu söylememişken siz, altı asırdır herkesin gözü önünde olan şiirleri sanki yani bir keşifmiş, bir tarihi belge yahut Fatih?in el yazısıyla tuttuğu günlükleri bulunmuş gibi bilimsel bir eda ile ortaya atmayı nasıl karşılarsınız?? (S. 140)
- ?Türkçe, yabancı dillerden aldığı pek çok kelimeyi kendi ses (fonetik) ve şekil (morfoloji) özelliklerine öylesine uydurmuştur ki, bazen kelimelerin bir yabancı dilden alındığını anlamak, özel ihtisas gerektirir olmuştur. Bu bakımdan Türk hançeresinin, başka hiçbir dilde olmadığı derecede asimile yeteneği vardır. Bunu Türkçenin yapı ve işleyiş özelliğindeki kıvraklığa bağlamak mümkündür.? (S. 146)
- Uzun boylu, ay yüzlü bir kız vardı kasabanın birinde. Onun sevgisiyle herkes yolunu yitirmişti. İşi gücü dilberlikti, bez yıkarken saçlarını çözer, eteğini beline toplar âşıklarının gönüllerine ateş çalardı. Kemale ermiş, yaşını başını almış bir adam da Âşık oldu ona ve tez vakitte kemalini yitirdi, tecrübeli aklı deliliğe yaklaştı, yüzünün aşkıyla beli iki kat olup gönlü bela zinciriyle bir girdapta kaldı. Sonunda dayanamadı, kendini ona vakfetti, her işi onun için, her şeyi onun adına yapmaya başladı. Ücretle iş yapsa kazancını ona sunar, eline altın geçse gider o gümüş bedenliye verirdi. Bir gün genç kız kendisine dedi ki: -Yanışın her an biraz daha artmada, ama aşkta masraf ziyade gerek, sendeki sermaye yalnızca aşk olursa mutfak boş kalır, daha fazlaya gücün yetmezse geç bu sevdadan, davul dengi dengine demişler? -Sevgili, dedi âşık, bedeninde bir avuç ilikten, bir parça deriden başka bir şey kalmadı yolunda harcayacak. Bari beni sat da elde ettiğinle bir müddet daha hoş ol. Genç kız âşığını derhal Mısır?a götürdü, orada bir kürsü kurmuşlar, âdet etmişler, satıcı kürsüye oturur, kölesi ayakta durup müşteri beklerdi. Bir müddet beklediler. Adam hiç üzüntü göstermiyor, hiç boynunu bükmüyor, hatta müşteri çıktığı vakit baş gösterecek ayrılığı da aklına getirmiyordu. Bir adam gelip genç kıza sordu: - Şu ayakta bekleyen ihtiyar senin kulun mu? - Evet , benim kulumdur!.. O sırada ihtiyar düşüp bayıldı. Adam pazarlık ile onu satın aldı ve kendine geldiğinde şehrin dışında bir mezarlığa götürdü. Meğer o adamın babası ölmüş, o da babasının ruhu için bir köle azat etmeyi ahdetmiş, ihtiyarı satın alması bundanmış. Mezarın başında zavallı ihtiyarı azat edip cebini de altınla doldurduktan sonra gönlünü şad etmek için dedi ki: -Diliyorsan ey ihtiyar, Mısır?da kal, malın eksilmez, seni gözetirim. -Dilersen de var git, çünkü artık hürsün, kendi kendinin sultanısın. İhtiyar teşekkür ederek genç kızın ardınca koşup yetişti ve altınları avucuna sayıp gönlünü alana yine gönlünü teslim etti. Dünyayı onun yüzünde apaydın görüyordu ve dedi ki, -A sevgili! Şu gönül, senin için satılmaktan aldığı lezzeti bugüne dek hiçbir şeyden almadı. Hele? benim kulumdur!? dediğin andaki saadetim,sanmam ki başka bir kimsede olsun!.. Haydi yine beni pazara götürüp mezada (geçmiş mazi anlamında) ko!.
- Bir zamanlar yaşlı bir adam ah çekmeyi, gözyaşı dökmeyi âdet edinmişti. Bir dostu ona bunun sebebini sordu. O da anlattı: "Ben bir köle tüccarıydım. İstanbul'da, 300 liraya bir cariye satın almıştım. Yüzü aydan aydın, dudağı şekerden tatlı bir dilberdi. İşve ve naz mesleğinde onu yetiştirdim. Çok emek çektim. Çok gayret sarf ettim. Pazara götürdüğümde pazar kızıştı, müşteri çoğaldı, fiyat yükseldi. Satmadım, bekledim. İkindi bereketi, silahlar kuşanmış kara yağız bir delikanlı atının üstünde çıkageldi. Benim kölemi görünce atından indi, yanına yaklaştı, gülümsedi ve "Adın ne?"dedi. Kölemin de ona gülümsediğini gördüm. Delikanlı bana döndü ve fiyatını sordu. "Kendisi tam ayar altın bebektir ve tam ayar bin altın eder." dedim. Hiçbir şey söylemedi. Oralarda biraz gezinip oyalandı. Sonra kölenin avucuna gizlice bir şey verip gitti. Akşam olunca bunun yüz altın olduğunu gördüm. Şaşırmıştım. Ertesi gün kölemin değeri daha da arttı. Ben satmayı geciktiriyordum. O gün ikindi vakti o delikanlı yine geldi. Yine kızın avucuna bir şey bıraktı. Baktım, yüz altın daha. Böyle dört gün devam etti. Beşinci gün delikanlıyı takip ettim. Kaldığı yeri öğrendim. Sordum, soruşturdum. En son atını satmış. Altıncı gün köle pazarına yine geldi. Lakin köleyi yalnızca uzaktan seyretti. O gece kızın elinden tutup delikanlının evine götürdüm. "Benim bu gece acil bir işim çıktı. Bu köleyi sana emanet bıraksam yarına kadar kollayıp gözetir misin?" dedim. Önce kabul etmek istemedi, sonra razı oldu. Ben kaldığım hana döndüm. Gece aralarında nasıl geçer, beraberlikleri ne şekilde yürür diye düşünerek yatağıma oturdum. Gece yarısına doğru kapım şiddetle yumruklanmaya başladı. Açtım. Kölem ağlıyor ve titriyordu. "Sana ne oldu; o genç ile aranızda ne geçti?" dedim. Ağlaması durmuyordu. Neden sonra mırıldandı: -O genç öldü. -Bu nasıl oldu peki? -Sen ayrılınca beni iç odaya aldı. Bana yemek getirdi. Ben yerken o oturup beni seyretti. Elimi yıkamam için leğen getirdi. Sonra bir yatak serdi. Üzerime misk ve gülsuyu serpti. Bana gözlerimi yummamı söyledi. Yumdum. Parmağını yanağıma koydu. "Subhanallah! Bu ne güzel sevgili; ne etkileyici bir güzellik!" diyor, bunu tekrarlayıp duruyordu. Sonra birden, "Allah'ım hata ettim, haddi aştım, affet beni!" ve sonra "Allah'a aitiz ve ona döneceğiz!" ayetini okuyarak haykırdı, düştü. Gözümü açıp vücudunu sarstım. Canını Allah'a teslim etmişti. Kölem bunları anlattıktan sonra sabaha kadar ağladı ve gün doğarken o gencin adını sayıklayarak ruhunu teslim etti. İşte benim bütün bu ağlamalarım günahtan kaçınarak sevgilerine leke getirmeyen o iki âşıkın anısınadır. O iki temiz ve zarif genç gibisini belki bir gün bir yerde buluveririm diye dünyada dolanıp durmadayım. Yaşadıkça bu arayışımı sürdürecek ve böyle öleceğim.. .
- Ne din yasaklamıştır aşkı ne yasalar ; yürekler Allah?a aittir çünkü...
- İçimde duygular vardı ve onun ellerinin sıcaklığıyla sonsuza kadar yanabilir, götürdüğü yere her gün yeniden gidebilirdim. Var idim, ama ne idim; anlayamıyordum. Gelişimini tamamlayamamış organizmalar, küveze konulmuş bebekler gibiydim; ama çok çabuk büyüyordum.
- Yavuz Selim Şah İsmaile hitaben Sanma şâhım herkesi sen sâdıkâne yâr olur Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyâr olur Sâdıkâne belki ol bu âlemde dildâr olur Yâr olur ağyâr olur dildâr olur serdâr olur
- "Ha evet Katre-i Matem... Bu sene inşallah lale mevsiminin en güzel lalesi olacak. Henüz goncası çatlamadı, ama çok gür ve güzel yetişiyor. Zavallı yey bütün yıl ona baktı kolladı. " syf 274