- "...Her yerde, ancak getirdiğini bulabilirsin!"
- -Ne garip! Hiçbir şey öteki ile birleşmiyor. Her şeyi ayrı ayrı görüyorum. -Elbette birleşemez. Çünkü hakikati görüyorsun. -Ama dün, evvelsi gün böyle görmüyor muydum? Hiç hakikat görmedim mi? Bir kere karşılaşmadım mı? -Hayır... Çünkü o zaman etrafına kendi benliğinin arasından bakıyordun. Kendini seyrediyordun. Ne hayat ne eşya bütün değildir. Bütünlük insan kafasının vehmidir.
- -Hiç boks maçına gitmediniz mi? İlk önce bakamayız bile! Sonra birdenbire heyecanlanırız, bir tarafı tutarız. Bir an evvel, kâfi derecede kuvvetli olmamasına kızarız,haykırırız. Haydi!..deriz,daha kuvvetli! Daha müthiş!.. deriz ve öyleolmadığı için üzülürüz. Fajat hangimiz o esnada o adamın yerinde bulunmayı isteriz? Hiçbirimiz,değil mi? Bunlar da öyle işte... Mücadeleyi bizim tarafımızdan seyrettiler. Ve bizi alkışladılar. O anda çok samimi idiler. Fakat şimdi siz, "Ringe buyurun!"deyince iş değişti. Burada kendi menfaatleri,kendi emniyetleri var!
- Sanki bir gerçek, kendi büyük ve derin cevherinde tutuşmuş yanıyordu. Bir nevi ulviyet, azami vuzuha varmış idrak, yahut insanı kendisinde öldürmeğe, bütün zaaflarından kurtulmağa muvaffak olmuş bir güzellik bu parıltıyı verebilirdi.
- Böyle zamanlarda Mümtaz için iyi, kötü, güzel, çirkin hiçbir şey yoktu. Tıpkı arkasındaki uzviyetten, kendisini besleyen sinir cihazından, terkip ve tahlil imkanlarından alakası kesilmiş, adeta tek başına kalmış bir gözde, son ihsas anlarını tek başına yaşayan müstakil bir gözde sade sarsılıştan ibaret bir kainatın akisleri gibi, Mümtaz bu ölüm bahçesinin canlı hayallerine, o kül rengi tıkızlıktan kopup kendisine gelen her şeye anlamadan bakardı. Bazen de evi sarsan, camlardan temellere kadar herşeyi çıldırtan bir korku olur ve Mümtaz, melekelerinin azami hadde varmış çılgınlığı içinde her şeyden adeta korkarak yaşardı. Hiçbir deniz kazası, batmak üzere olan bir gemiyi bu kadar her parçasiyle sarsmaz, her çivisini yerinden oynatmazdı.
- O, neşe bir sırça kadehti ki, kırılmıştı. O taşkın, herşeyi örtmeğe hazır bahar, bu önündeki elmasın katılığında feyizlerine son vermişti.
- Zaten, yalnız kendisine ait şeylerde acemi, çolpa ve ölünceye kadar hasta veya çocuk kalmağa mahkum yaratılışlardandı.
- Her ne olursa olsun mazim bugünkü vaziyetimden daha bütün bir mesele gibi geliyor. Ne ondan kurtulabiliyorum ne de tamamıyla onun emrinde olabiliyorum. Modern hayat ölüm düşüncesinden uzaklaşmayı emreder! Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır... Bu da gösterir ki, zaman ve mekân, insanla mevcuttur. Zaten saatle insanı birbirinden pek ayırmazdı. Sık sık, "Cenab-ı Hak insanı kendi sureti üzere yarattı; insan da saati kendine benzer icat etti..." derdi. Bu fikri çok defa şöyle tamamlardı: "İnsan saatin arkasını bırakmamalıdır. Nasıl ki, Allah insanı bırakırsa her şey mahvolur!" Saat hakkındaki düşünceleri bazen daha derinleşirdi: "Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır. Bu da gösterir ki, zaman ve mekân, insanla mevcuttu. Hele bir zamana sahip ol.Sonrası Allah Kerim. Hastalığımın, yahut üzüntülerimin sebebi böyle teşhis edildikten sonra içmekten başka yapacak bir şey kalmıyordu. Onun için esrar tehlikeli bir keyif vasıtası değil büyüğe, güzele, hakikate varmanın bir yolu, kendi dilince "tarik" idi. Aklı ortadan kaldırmadan hakikate ermenin imkansızlığını her zaman söyler, çok zaman yarı master gezerdi. Biz kabahati üzerine yüklenen insanlarız. Ben bütün hayatını sırtında kambur gibi gezdiren o bir çare insanlardanım. Hepsi hayallerinde büsbütün başka alemde yaşıyor.Topluluk halinde rüya görüyorlardı. İnsanoğlu insanoğlunun cehennemidir. Hiçbir zaman sınıfımızın birincisi veya ikincisi, hatta yirmincisi olmak istemedim. Hayat denen bir şey vardı. Paralı parasız insanlar yaşıyorlardı. Kızıyorlar, gülüyorlar, ağlıyorlar, alakadar oluyorlar, seviyorlar, ıstırap çekiyorlar, fakat yaşıyorlardı. Günde beş vakit namaz, ramazanlarda iftar, sahur, her türlü ibadet saatle idi. Saat, Allah'ı bulmanın en sağlam çaresi idi ve bu sıfatla eskilerin hayatını idare ederdi. Dostum, işler bizden sonra dünyaya gelmişlerdir. İşleri onları görecek adamlar icat eder. Biz de bunu icat ettik. Hayat benim için iki eli cebinde uydurulan bir masaldı. Sabır, insanoğlunun tek kalesidir. Bazı insanların ömrü vakit kazanmakla geçer...Ben zamana, kendi zamanıma çelme atmakla yaşıyorum. Bazen düşünürüm, ne kadar garip mahluklarız? Hepimiz ömrümüzün kısalığından şikâyet ederiz; fakat gün denen şeyi bir an evvel ve farkına varmadan harcamak için neler yapmayız? Kul kusursuz olmaz. İnsanların saadet anlayışları da gariptir. Kitaplara bakarsanız, kendilerini dinlerseniz, insan oğlunun asıl vasfı akıldır. Onun sayesinde diğer hayvanlardan ayrılır. Beylik sözüyle, hayata hükmeder. Fakat kendi hayatlarına teker teker bakarsanız bu yapıcı unsurun zerre kadar müdahalesini göremezsiniz.
- 'İnönü'nde genç kumandan ısmet Paşa, 1922 Yılının 26 AğUstos gecesi Dumlupınar'da Başkumandan Mustafa Kemal eğer - uyudularsa - nasıl bir rüya gördüler? Milletlerine hazırladıkları istikbal kendilerine açıldı mı? Bu geceler düşüncemi başka büyük geceye, 1071 senesi Ağustos'unun 26 ncı gecesine götürüyor. Malazgirt'te bileğinin kuvvetiyle, dehasının zoruyle bize bu aziz vatanın kapılarını açan Alpaslanı, muharebe . emrini vermeden evvel hangi kuvvetler ziyaret etti ve ona neler gösterdi? Üç kıtada genişleyecek yerii bir Roma'yı kurmak üzere olduğunu, talibini aVuçları içinde taşıdığı milleti, yeni bir tarih ve coğrafyanın emrine verdiğini, yeni bir terkibin doğmasına bir çınar gibi yetişip kök salmasına sebep olduğunu acaba hissetmiş miydi? Hiç tanımadığı deha.Iı çocuklar müstakbel Zaferlerin kumandanları, henüz söylenmemiş şiirlerin şairleri, henüz yükselmemiş şaheser yapıların mimarları, henüz duyulmamış nağmelerin bestekarları etrafında henüz açmamış bir fecrin gülleri gibi dolaşmıyorlar mıydı? Gözlerinde Sultan hanından, ince Minareden bir hayal yok muydu? Eğer yoktuysa, bütün bunlardan habersiZ, bu müjdeleri içinde konuşur. bulmadan o büyük işi nasıl yaptı? Nasıl on senede Malazgirt'ten Akdeniz kıyılarına bu toprağın tanımadığı ve tatmadığı bir ideali taşıdı? Fatih'in İstanbul fethinden evvelki uykusuzlukları, Baki'nin ve Nedim'in, Neşati :ve Naili'nin, Sinan'la Hayrettin'in , Kasım'ın, ltri ile Dede'nin, Seyit Nuh'la Tab'i Mustafa Efendinin ve daha yüzlerce onlara benzeyenlerin dehalarına yüklü bir kaderi kendisine taşımasından gelen bir sabırsızlıktan başka ne olabilir?; Ve eğer o mübarek ağrı olmasaydı bütün bu eserler nasıl doğarlar, hangi mucizeyle eski hayat ağacı yeni meyvalarla donanırdı. Mustafa Kemal ve arkadaşlannı Anadolu yollarında dolaştıran, binbir güçlükle güreştıren yapıcı ve yaratıcı ağn, Malazgirt'in ve büyük fetbin başladığı işi asırlar boyunca devam ettirecek ve nasıl Sinan ile Nedim'i, Yunus ile Itri'yi muzaffer rüyalara borçlu isek, gelecek çağiann şerefini yapacak olan isim ve eserleri de İnönü'nde, Sakarya ve Dumlupınar'da harita başında geçen uykusuz gecelere ve bu gecelerin ağır yükünü kemik ve kanı pahasına taşıyan isimsiz şehit ve gazilere borçlu kalacağız. Ankara kalesi bu akşam saatinde bana bir milletin, tarihinin ne kadar uzun olursa olsun, birkaç ana vakanın etrafında dönüp dolaştığı, birkaç büyük ve mübarek rüyaya, yaratıcı hamlenin ta kendisi olan bir imanın devamına bağlı olduğunu bir kere daha öğretti. '(s:25-26)
- Yol, güneşin altında harap evleri, açık kapıları, dışarıya sarkmış cumbaları, çamaşır serili balkonlariyle harap ve bitmiyecek korkusunu verecek kadar uzun, bembeyaz, aydınlıkla adeta derisi soyulmuş gibi uzanıyordu. Şurada burada, kaldırım kenarlarında bitmiş otlar vardı. Bir kedi, alçak bir bahçe duvarından sıçradı ve sanki bu işareti bekleyen bir kereste fabrikası, testeresini işletmeğe başladı. -Hasta bir yol...- diye düşündü; bu manasız bir düşünce idi. Fakat işte zihnine eklemişti. -Hasta bir yol...-, bir nevi cüzzama yakalanmış, onun tarafından iki yana sıralanmış evlerin duvarına kadar yer yer oyulan bir yol...