- Kimdir bu? İhtilalin lideri! Ya da kral ya da başkan ya da çavuş ya da her ne haltsa! Zaten ihtilalin lideri bir tür 'yarı tanrıdır. Yemez, içmez, yediklerini çıkarmaz, evlenmez, çoğalmaz, tektir, eşi ve benzeri yoktur, her şeyi bilir, her şeye gücü yeter, yapılmaz, yanıltılmaz, sorgulanmaz, dudaklarından çıkan her söz kanundur. Bu yarı tanrı yarı insan ucubelerin 'büyüklüğünü' tescil etmek için seçilen en yaygın yöntem, resim ve heykellerinin her yere konmasıdır. Devlet binalarında, okul bahçelerinde, şehir meydanında, mahallenin bakkalında-kasabında, ders kitaplarında ve hatta gazoz kapaklarında bunların resimleri vardır. Kendilerini bizzat görmek pek mümkün olmasa da, her yere konan resimleri ve heykelleri sayesinde halk indinde bir 'tanrı-başkan' efsanesi yaratılır. (Örnek: Rusya'da Stalin'in ve Irak'ta Saddam'ın resim ve heykelleri.) Bu anlamda, bir ülkede ihtilal olduğunda, üç meslek erbabı çok sevinir. Bunlar; mezar kazmaları, ressamlar ve heykeltıraşlardır. Mezar kazıcılarının sevinme nedeni şudur: bu diktatörler birçok kişiyi ister istemez asmak durumunda kalırlar ve tabii ki ölülerin gömülmesi gerekir. Ressam ve heykeltıraşların neden sevineceği ve diktatörler sayesinde köşeyi nasıl döneceği ise, yukarıdaki açıklamalardan anlaşılmış olsa gerektir. (Her yere resim ve heykelleri konuluyor dedik ya!)
- "Peki arkadaşlar. Peki dindaşlar. Peki kardaşlar. Peki yoldaşlar. Hamasete bağladım sonunda. Kışkışlayın beni, dışlayın beni. İşinize gelmiyorsa, haşlayın beni. Aykırı bir motif olarak işleyin beni. Entel bir armut sayılırım; dişleyin beni. Kendi kabuklarımı soyarken düşleyin beni. Uslanmaz devrimci diye fişleyin beni. İdam edin, mapuslara atın, vurun, şişleyin beni. Şeytan azapta gerek; taşlayın beni. Zırlamaya başlarsam, sıvazlayın sırtımı; pışpışlayın beni. Bakın sonunda hicvettim kendimi; haydi ne olur alkışlayın beni! Huzurlarınızda Hah ha Hamza! Sahnelerin yıldızı. Piyasanın çuvaldızı. Evli olmadığı için henüz yok baldızı. Hah ha. Oğlum Hamza coştun yine, ne yapıyorsun? Ne yapacağım; toplumu gerçekçi ironi yapıyorum, melodramatik parodi yapıyorum. Edebiyat çevrelerinde hoş karşılanmayacak bir dil ve üslup buldum kendime. Otuz sene sonra anlaşılmaya karar verdim. Hem öyle daha havalı oluyor."
- Müslüman feraset sahibidir kardeşim! Hani cimri bir herifin acayip bir karpuz tarlası varmış; büyük, geniş bir tarla, yüzlerce karpuz... Tarlanın sahibi; değil garibanlara bedava vermek, cimriliğinden, mümkün olsa, kurdu kuşu bile sokmayacakmış tarlaya, o derece... O yörenin gençleri de bu cimri heriften intikam alırcasına, bekçilerin görmediği yerden her gece tarlaya dalar, karpuzları bir güzel afiyetle mideye indirdikten sonra, herifin kalbine insin diye, içi oyulmuş yeşil kabukları kayık gibi bırakıp giderlermiş... Bir olmuş, iki olmuş... Tarla sahibi çaresizlikten cinnet geçirmek üzereyken, günün birinde, aklına bir cinlik gelmiş: Bir karton parçasına kocaman bir yazı yazıp tarlanın en görünen yerine asmış: "Bu tarladaki karpuzlardan birini zehirledim!" Ertesi ziyaretlerinde tarlanın ortasındaki yazıyı okuyan yöre gençlerinin içine düşmüş bir şüphe: Ulan şu mu zehirli yoksa bu mu? Öteki mi, beriki mi? Ya şunu zehirlediyse? Ya buna zehir akıttıysa? Şüphe bu; bitirir adamı! Hâsılı, o kırmızı, sulu, şekerli şerbetli, iri yarı, güzelim karpuzlardan hiçbirisini yiyemeden terk edip gitmişler tarlayı. Hasis çiftçi, sabah olunca tarlasına gelip de tek bir karpuzun bile eksilmediğini, ortalıkta içi oyulmuş yeşil karpuz kabukları rüzgârdan kayık gibi sallanmadığını görünce, oh demiş, bu iş tamam, kurtuldum! Fakat ertesi sabah, bulduğu çözümden duyduğu gururla tarlasına girdiğinde, gençlerin kocaman bir kartona yazmış oldukları yazıyı okumuş da hayatı kararmış hasis karpuzcunun. Uyanık gençler, kendilerine yâr olmayan karpuzları o cimri herife de yâr etmeyecek bir formül bulmuşlarmış. Kartonda şöyle yazıyormuş: "Biz de bu tarladaki karpuzlardan birini zehirledik!" Gördün mü sen şimdi! Şüphe denen zehir, karpuzları ne gençlere ne de tarlanın sahibine yâr etmiş. Onlar erememiş muratlarına; ama biz çıkalım kerevetlerine: Teşbihte hata olmaz: oryantalistler, hadisler hakkında ümmete öyle bir şüphe zehri akıttılar ki, ancak kalb-i selim sahipleri masun kalabiliyor. Zamanında, Aliyyü'l Kâri şerhiyle, İmam-ı Azam efendimize ait Fıkh-ı Ekber adlı eserde, şöyle bir bölüm okumuştum: "Bir kimse bir hadisi reddederse, âlimlerin bir kısmi bu adamın kâfir olacağına hükmetmişlerdir. Başka âlimler ise, eğer o hadis mütevatir ise, reddedenin o zaman kâfir olacağına hükmetmişlerdir. Ben de derim ki doğrusu budur. Ancak, bir kimse (mütevatir olmayıp) tek yolla gelen bir hadisi, hakaret ve alay yollu inkâr ederek (böyle de hadis olur mu, dercesine) redde-derse, o takdirde o kimse de kâfir olur."
- "İskilipli Atıf Hoca'ya bir atıfta bulunmak istedim dedim / o da kimmiş dediler / öldürenlerin unuttuğu fakat sevenlerin unutmadığı bir adam dedim"
- "Tanrıya inanıyorsun da neden şeytanın istediği gibi yaşıyorsun?"
- ?Hikmetinden sual olunmayan Yüce Rabbim!? dedim içimden , ?Tipleri gavur gibi , ama Türklüğü dillerine dolamışlar. Bu nasıl iş??
- ?Namaz kılmıyorum ama benim kalbim temiz!? diyen yalancılara şu soruyla mukabele etmek de mümkün tabi: ?Efendimiz Aleyhisselamın kalbi (hâşâ) senin kalbin kadar temiz değil miydi de sabahlara kadar namaz kıldı o mübarek? Di mi ama? .. Anlaşılıyor ki ?benimkalbimtemizciler? sahtekarın önde gidenleridir. Hatta bu herifler , sahtekarın önde koşanları, önde uçanları ve hatta önde ışınlananlarıdır..
- Öleceğimi hakikaten düşünüyor muyum? Belki de bir günlük tutmalıyım ve her güne şöyle bir not düşmeliyim: " Bu gün ölebilirsin; ona göre yaşa! "
- Yolumuz, insanın aciz olduğunu her daim hatırda tutma yoludur. Akıl binamızın giriş katında celî sülüsle "HİÇ" yazılı bir levha asılıdır vesselam.
- Bir milletin ihtişamını, duyarlılığını, öfkesini, mutluluğunu, inceliğini anlamak istiyorsanız şairlerine bakınız..