- O her şeyin mutlaka bir iz bırakacağına inanıyordu, izsiz şey olamazdı; kuşların bile izi vardı gökyüzünde, sözcüklerin dişte, bakışların yüzde....
- Upuzun günler geçti gidişinin üstünden, uçuşunun üstünden haftalar geçti, kayboluşunun üstünden aylar. Nedenini hala anlayabilmiş değilim. bir nedene bağlanması da gerekmiyor zaten, kimi şeylerin nedeni yalnızca kendileri olmalı ve öyle kalmalı. Üstelik, insana kendi yaşamı bile büyük geliyor kimi zaman; ne yapsa, kimi sevse, kimlerce sevilse, hangi işlerle uğraşsa ve nerelerde gezip dolaşsa, bir türlü dolduramıyor.
- Her şeye karşın derin boşluklar kalıyor önümüzde arkamızda.
- Sahip olma duygusu ruha yüktür.
- Belki bütün bunların sonunda onun için bir güneş doğacak da, onun sıcaklığına hazırlıyor kendini; güneşine uygun bir gökyüzü düşlüyor söz gelimi, gökyüzüne yakışan bulutlar biçiyor gizli gizli, bulutlara güzel yağmurlar yüklüyor ağlamalarıyla, güzel yağmurlara saçlarını hazırlıyor sonra, tenini hazırlıyor, ayak izlerini, bakışlarını, susuşlarını ve temizlikle örtülen kirlerini hazırlıyor.
- Belki bir süre için farklı olabilmişti, belki insanlar koskoca yaşamları boyunca yalnızca bir süre için farklı olmaya katlanabiliyor, sonra da yavaş yavaş öteki insanların davranışlarına, düşüncelerine ve duygularına bürünerek, durup dinlenmeden kendini tekrarlayan uçsuz bucaksız bir benzerlikler denizinde kaybolup gidiyorlardı. Yaşamları herkesinkine benzediği ya da farklı görünmesine karşın aynı özü taşıdığı için, herkes gibi ölüyorlardı daha sonra da; herkes gibi, bayatlamış birkaç anı kırıntısının uzaklığını koklaya koklaya, geleneksel ziyaretlerle kirletilmiş ya da geleneksel yalnızlıklarla gölgelenmiş buz gibi bir yatakta, farklı yaşadıkları yılların tadını tenlerinde, belleklerinde ve ağızlarından dökülen mecalsiz ah'ların karanlığında arayarak, yavaşça, alışılmış bir ölümle ölüyorlardı.
- Korkular geçiyordu içimden o sırada; adını veremediğim, derinliğini bilemediğim, bir ucu bende bir ucu bilinmezde, tül ağırlığında, gece karanlığında korkular. Bunlar sürekli büyüyor, birbirlerinin rengini ve biçimini alarak içimin o köşesinden bu köşesine salkım saçak dağılıyor ve kıpır kıpır oynaşan kocaman gölgeleriyle bütün dünyamı karartıyorlardı.
- Öyle ki, sonunda, insan derisine bürünmüş yorgun bir tavşan gibi hissediyordum kendimi. Hatta, giderek yaşamın sonuna yaklaştığımı ve pek yakında kötü bir şeyler olacağını düşünüyordum.
- Birkaç saat sonra tatlı bir dönemeçte, bir düzlüğün ortasında, ya da gökyüzünü büsbütün mavileştiren kocaman ağızlı, derin bir uçurumun başında ansızın her şeyi bitecekti sanki; yeni düşlere yönelik düşlerim uzun süre taşınamadan, en önemlisi de doyasıya yaşanamadan, renklerini bulamadan ve doğru dürüst geliştirilemeden toprağa karışacaktı. Bunları aklımdan geçirdikçe bedenimin her noktasında, giderek çekilmez hale gelen tuhaf bir yorgunluk hissediyordum.
- Gerçi, babamın gölgesinde yaşamaktan bıkarak kente gitmeye karar verip de otobüse bindiğimde,yerleşik bir yaşamı noktalamanın beni zayıflatacağını ve yolculuk boyunca epeyce yoracağını hesaplamıştım ama,bu denli güçsüz kalacağımı düşünememiştim. O gün, otobüsümüz bozkırı kasıp kavuran boğucu bir güneşin altında, şoförün teybe taktığı kasetten yayılan berbat bir müzik ve yolcuların fısıltıları eşliğinde ilerlerken, ben inanılmayacak kadar büyük, ağır ve gizli bir yük taşıyor gibiydim.