- Yıllar önce bu kitabı kotarırken, bu seçkiye koyup koymamakta kararsız kaldığım öykülerden biri, O. Henry'nin çok bilinen, ünlü Son Yaprak adlı öyküsüdür. Gerçekten de edebiyat tarihinde resim sanatının gücü hakkında yazılmış en dokunaklı öykülerden biri olup, konusu, teması bu kitabın derdi ile örtüşmektedir. O sıralar beni bundan alıkoyan şey, sanırım seçkide yer alan diğer öykülerin ve öyküleme tekniklerinin yanında, O. Henry öykücülüğünün azıcık eskimiş olduğu idi. Bu yenilenmiş baskıda ise, birçok okurun tarihinde hatıra sevgisi ile yer etmiş olan bu öyküyü, bu kez dışarıda bırakmaya gönlüm elvermedi. Yer verdiğim diğer yeni öykülere gelince: Corrado Alvaro'nun Melusina'nın Resmi adlı incelikli öyküsü, dergi sayfalarında sararıp kalsın istemedim. Son yıllarda Alman edebiyatının en güçlü temsilcilerinden biri sayılan, Bernhard Schlink'in, bu toplama çok yakışacağını düşündüğüm Kertenkeleli Kız adlı öyküsünün, benim seçkimden sonra yayımlanmış olmasına hayıflanıp duruyordum ki, bu seçkiyi yenilemek bunun için de bir fırsat oldu. Biliyorsunuz: Sanatçının hayatla ve sanatla yaptığı sözleşme sürdükçe oyunlar da sürer. Marguerite Yourcenar, Wang-Fo Nasıl Kurtarıldı?, s. 9-19 Yaşlı ressam Wang-Fo'yla çırağı Ling Han Krallığı'nın yollarında ilerliyorlardı. Yavaş yol alıyorlardı, çünkü Wang-Fo geceleri gezegenleri, gündüzleriyse kızböceklerini seyretmek için duraklıyordu. Yükleri hafifti; çünkü Wang-Fo eşyaların kendilerini değil, imgelerini severdi ve dünyada, fırçaların, çini mürekkeplerinin, lake boya kutularının dışında hiçbir şeyin sahiplenilecek kadar değerli olmadığını söylerdi. Yoksuldular, çünkü Wang-Fo resimlerini bir tas arpa çorbasıyla takas eder, gümüş paraları küçümserdi. Sırtındaki eskiz dolu torbanın ağırlığı altında ezilen çırağı Ling, gökkubbeyi taşırmışçasına saygıdan iki büklüm olurdu; çünkü Ling'e bakılırsa, bu torba, kar altında dağlar, baharda ırmaklar, yaz mehtabının yüzüyle doluydu. Ling, şafak vaktini kolllayıp günbatımını yakalayan bu adamla yollara düşmeye gelmemişti dünyaya. Babası sarraftı; anası bir yeşim taşı tüccarının tek kızıydı. Dedesi erkek evlat sahibi olamayınca, beddua ederek bütün malını mülkünü anasına bırakmıştı. Ling, zenginliğin rastlantılara fırsat vermediği bir evde yetişmişti. Bu pamuk kozasındaki hayat çekingen yapmıştı onu: Böceklerden, gök gürültüsünden, ölülerin yüzlerinden korkardı. On beş yaşını doldurunca babası bir eş buldu Ling'e; en güzel kızı aldı ona. Çünkü oğluna bu mutluluğu sağlamakla gecelerin sadece uyumaya yaradığı yaşa gelmiş olduğunu unutuyor, teselli buluyordu. Ling'in karısı, bir saz kadar narin, süt kadar çocuksu, gözyaşları kadar tuzlu, ıslak bir öpücük kadar tatlıydı. Düğünden sonra, Ling'in ailesi oğullarına gösterdikleri inceliği ölüme kadar vardırmışlardı. Ling, kızıla boyalı evinde, hiç durmadan gülen karısı ve her bahar pembe çiçekler açan erik ağacıyla baş başa kalmıştı. Ling, pırıl pırıl yürekli bu kadını hiç kararmayacak bir ayna gibi, koruyucu bir tılsım gibi sevdi. Zamanın âdetlerine uyup akşamları çayevlerine gidiyor, akrobat ve dansözlere elinden geldiğince yardım ediyordu.
- Yıllar önce bu kitabı kotarırken, bu seçkiye koyup koymamakta kararsız kaldığım öykülerden biri, O. Henry'nin çok bilinen, ünlü Son Yaprak adlı öyküsüdür. Gerçekten de edebiyat tarihinde resim sanatının gücü hakkında yazılmış en dokunaklı öykülerden biri olup, konusu, teması bu kitabın derdi ile örtüşmektedir. O sıralar beni bundan alıkoyan şey, sanırım seçkide yer alan diğer öykülerin ve öyküleme tekniklerinin yanında, O. Henry öykücülüğünün azıcık eskimiş olduğu idi. Bu yenilenmiş baskıda ise, birçok okurun tarihinde hatıra sevgisi ile yer etmiş olan bu öyküyü, bu kez dışarıda bırakmaya gönlüm elvermedi. Yer verdiğim diğer yeni öykülere gelince: Corrado Alvaro'nun Melusina'nın Resmi adlı incelikli öyküsü, dergi sayfalarında sararıp kalsın istemedim. Son yıllarda Alman edebiyatının en güçlü temsilcilerinden biri sayılan, Bernhard Schlink'in, bu toplama çok yakışacağını düşündüğüm Kertenkeleli Kız adlı öyküsünün, benim seçkimden sonra yayımlanmış olmasına hayıflanıp duruyordum ki, bu seçkiyi yenilemek bunun için de bir fırsat oldu. Biliyorsunuz: Sanatçının hayatla ve sanatla yaptığı sözleşme sürdükçe oyunlar da sürer. Marguerite Yourcenar, Wang-Fo Nasıl Kurtarıldı?, s. 9-19 Yaşlı ressam Wang-Fo'yla çırağı Ling Han Krallığı'nın yollarında ilerliyorlardı. Yavaş yol alıyorlardı, çünkü Wang-Fo geceleri gezegenleri, gündüzleriyse kızböceklerini seyretmek için duraklıyordu. Yükleri hafifti; çünkü Wang-Fo eşyaların kendilerini değil, imgelerini severdi ve dünyada, fırçaların, çini mürekkeplerinin, lake boya kutularının dışında hiçbir şeyin sahiplenilecek kadar değerli olmadığını söylerdi. Yoksuldular, çünkü Wang-Fo resimlerini bir tas arpa çorbasıyla takas eder, gümüş paraları küçümserdi. Sırtındaki eskiz dolu torbanın ağırlığı altında ezilen çırağı Ling, gökkubbeyi taşırmışçasına saygıdan iki büklüm olurdu; çünkü Ling'e bakılırsa, bu torba, kar altında dağlar, baharda ırmaklar, yaz mehtabının yüzüyle doluydu. Ling, şafak vaktini kolllayıp günbatımını yakalayan bu adamla yollara düşmeye gelmemişti dünyaya. Babası sarraftı; anası bir yeşim taşı tüccarının tek kızıydı. Dedesi erkek evlat sahibi olamayınca, beddua ederek bütün malını mülkünü anasına bırakmıştı. Ling, zenginliğin rastlantılara fırsat vermediği bir evde yetişmişti. Bu pamuk kozasındaki hayat çekingen yapmıştı onu: Böceklerden, gök gürültüsünden, ölülerin yüzlerinden korkardı. On beş yaşını doldurunca babası bir eş buldu Ling'e; en güzel kızı aldı ona. Çünkü oğluna bu mutluluğu sağlamakla gecelerin sadece uyumaya yaradığı yaşa gelmiş olduğunu unutuyor, teselli buluyordu. Ling'in karısı, bir saz kadar narin, süt kadar çocuksu, gözyaşları kadar tuzlu, ıslak bir öpücük kadar tatlıydı. Düğünden sonra, Ling'in ailesi oğullarına gösterdikleri inceliği ölüme kadar vardırmışlardı. Ling, kızıla boyalı evinde, hiç durmadan gülen karısı ve her bahar pembe çiçekler açan erik ağacıyla baş başa kalmıştı. Ling, pırıl pırıl yürekli bu kadını hiç kararmayacak bir ayna gibi, koruyucu bir tılsım gibi sevdi. Zamanın âdetlerine uyup akşamları çayevlerine gidiyor, akrobat ve dansözlere elinden geldiğince yardım ediyordu.
- (Ey müminler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler: Allah'ın yardımı ne zaman! dediler. Bilesiniz ki Allah'ın yardımı yakındır. BAKARA SURESİ 214
- Plato, "Musıki üslubundaki herhangi bir değişikliğin ardından her zaman devletin en temel kanunlarının değiştirilmesi gelir," diyor ki, bu garip iddia akla, Stalin'in ve Khruschev'in Rusya'sını akla getiriyor.
- İnsanlar formsuz [şekilsiz] madde olan bir limit ile saf tefekkür olan bir hedef [gaye] arasında yaşarlar. Fakat Aristo diyor ki: "Biz, insan olduğumuzdan, düşüncelerimizin insanlarınki gibi, ve fani olduğumuzdan, düşüncelerimizin de fani olmaları gerektiğini söyleyenlere kulak asmamalıyız; ve içimizdeki fanilik düşüncelerinden kendimizi sıyırarak, içimizdeki en asil gayeler uğrunda yaşamak için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız; çünkü hacmi itibariyle o küçücük bir şey olsa bile, güç ve değer bakımından bütün şeylerin çok üstündedir."
- Bir devletin esas tabanı, kendisine hedef aldığı adalet ve eşitliktir. Demokrasi, her hususta eşit olanların mutlak olarak da eşit oldukları düşüncesine dayanır. Oligarşinin temel fikri, bir hususta biribirine eşit olmayanların her hususda da biribirlerine eşit olmadıkları faraziyesidir. Bir grubun inanışına göre, insanlar herhangi bir hususta eşitseler, her hususta da eşittirler; diğerlerinin iddiasına göre de, herhangi bir hususta diğerlerine eşit olmayıp onlara üstün iseler, bütün hususlarda kendilerine imtiyazlar tanınmasını istemekte haklıdırlar. Geniş kavramı içinde ele alırsak, iki türlü anayasa bulunduğunu görüyoruz: "halkın anayasası" ve "birkaç kişinin anayasası," yani demokrasi ve oligarşi. Demokrasi, oligarşiden daha istikrarlı ve ihtilallere daha az açıktır.
- Machiavelli, bir memur sıfatıyle mesleğine başladığı gençlik yıllarında, Savonarola, Florensa'da değişik türde ideal bir cumhuriyet kurmaya teşebbüs etmişti. Basit, soysuzlaştırılamaz, derinden saf bir Hıristiyan olan Savonarola, sansür ve ekonomik kontrola dayanan bir sistemle Florensa'da ahlak ve cömertliği yerleştirmeye çalışıyordu. Savonarola, bir müddet için oldukça başarılı oldu ise de, otoritesi, kendisinin idrak ettiğinden de fazla sihirli bir güce sahip olduğu şöhretine dayanıyordu, ve bir mucize yaratmayı reddettiği zaman da, Florensalılar ona karşı cephe aldılar, ve Savonarola bir kazığa bağlanarak yakıldı. Savonarola öldüğü zaman yirmi yaşında olan Machiavelli, onun faaliyetlerinden oldukça dersler çıkardı. İlkin, Savonarola'nın iktidardan düşüşü onda, "silahsız peygamber"in tesirli olamayacağı inancını derinden --belki de çok derinden- yerleştirerek politikada, kelimelere olduğu kadar kılıca da, veya daha basit bir ifade ile anlatacaksak ---"kılıç" kelimesini sevmediğinden--- Machiavelli'nin üslubuna daha uygun gelen, şiddete başvurmanın gerekli olduğuna inandı.İkincisi, Savonarola'nın kutsal tecrübesi Machiavelli'de, dini bir özellik olarak Hıristiyanlığa ve dini bir müessese olarak da Kiliseye [Katolik Kilisesine] karşı o zamana kadar hissetmediği tarzda bir nefret ve tiksinti uyandırdı.
- Machiavelli, şüphesiz çapraşık bir insandı; ve söylediklerinin çoğu da insanı şok edici mahiyette. Belki yazdıkları arasında en küstahça ve aynı zamanda da en orijinal olanı (daha önceki bütün filozofların öğretilerinin aksine), bir tür değil, iki çeşit ahlak bulunduğunu söylemiş olmasıdır: siyasi ahlak ve özel ahlak. Machiavelli, işte bu temel üzerinde, özel ahlakın haklı olarak men ettiği şeylere -şiddete başvurma, yalancılık, sözleşmelerden vazgeçme ve diğerlerine- -siyasi ahlakın zaman zaman müsaade ettiğini söylemekle kalmaz, onları talep ettiğini de söyler. Machiavelli'nin iki ahlak kavramı arasındaki farkı böylece belirtmesi, kendisine, bir ölçüde berraklık ve samimiyet verir ki, böylesine samimiyet, Machiavelli'nin ileri sürdüğü tedbirlerin en acımasız olanlarını benimsemeye hazır olmakla beraber, onun teorisini kızgınlıkla reddedenlerde bariz bir şekilde görülmez.
- Hobbes'in siyasi teorisinin esası şudur: yerleşmiş bir otoriteye karşı isyan her zaman yanlıştır ve bundan böyle aklı başında insanlar, kendi yararlarını düşünerek, böylesine bir isyanın başarılı olamayacağı ve bunun için de, isyana teşebbüs edilemeyeceği bir devlet yaratacaklardır. Kitab-ı Mukaddes'te, Leviathan, diğer bütün hayvanlar üzerinde hakimiyet kurmuş olan bir timsahtır. Onun hakimiyeti altında yaşamayı gururlarına yediremeyen bazı hayvanlar, timsahın elindeki otoriteyi almak istediler, fakat hayvanın derisindeki pullar öylesine keskindirler ki, hiçbiri timsaha yaklaşamaz. Kitab-ı Mukaddes, Leviathan'dan "gururun bütün çocuklarının kralı" diye bahsediyor. Hobbes, şunu göstermek istiyordu: mağrur hırs, gayri-realist ve yıkıcıdır ve bundan böyle, aklı başında ve realist insanlar, kendi çıkarlarını düşünerek, başkaldırma ile yıkmaya çalışmanın bir çılgınlık olacağı Leviathan gibi bir devletin yönetiminde bulunmak gerektiğini göreceklerdir.
- Rousseau Diyaloglar'ının müsveddesini [Paris'teki] Notre Dame Kilisesi'nin büyük mihrabına bırakmak ve bunu yapmakla, kendisine zulmedenleri protesto edişinin kendinden sonra geleceklerin bilmesini garanti altına almak istiyordu. Rousseau, bu teşebbüsünden vazgeçti ve eserini, ölümünden sonra basacağına emin olacağı bir yayımcıyı bulamamanın ümitsizliği içinde müsveddelerine sıkı sıkı sarılarak Paris sokaklarını arşınladı. Köşebaşlarında, kendi el yazısı ile çoğalttığı broşürlerini dağıttı, ama gelip geçenlerin hakaretlerine maruz kaldı. Gerçi onun bu hareketleri bizde acıma hisleri uyandırıyorsa da, bu tür bir hareketin patolojik olduğunu da hissediyoruz. Yine, Diyaloglar'ını okuduğumuz zaman onun, bilhassa kendisinin düzensiz tahayyülünün kurbanı olduğunu da görüyoruz. "Sadece" değil, "bilhassa" dedim.