- Süreyya bizi havalimanında karşıladı. Birbirimizden hiç bu kadar uzun zaman ayrılmamıştık; kollarımı ensesine dolayıp saçındaki elma kokusunu içime çekince, onu ne kadar özlediğimi fark ettim. "Sen hâlâ benim yelda'mın sabahısın," diye fısıldadım.
- Sonra, bir şey fark ettim: Az önceki düşünce, eskisi kadar dikenli değildi. Sohrab'ın kapısını çekerken, kendi kendime sordum: Yoksa bağışlanmak böyle mi tomurcuklanıyordu? Gürültülü patırtılı bir veda töreniyle değil de, eşyalarını sessizce toplayıp bir gece yansı, habersizce sıvışarak mı?
- Sohrab'ın sessizliği, buna özgür iradesiyle karar verenlerin, davasını hiç konuşmayarak savunma yolunu seçenlerin sessizliği değildi. Bu, karanlık bir yere sığınan, etrafındaki örtünün uçlannı kıvınp bir bohça yapan ve onun içine gizlenen birinin sessizliğiydi.
- Düşlediği yaşamın izleri. Daha sürgün bile vermeden solan bir hayalden geriye kalanlar.
- "Komik olan ne?" dedi Süreyya, elindeki gazeteyi başının üstüne tutarak. "Afganian Paghman'dan çıkartabilirsin, ama Afganların içindeki Paghman'ı asla çıkartamazsın," dedim.
- "Babanın, Vezir Ekber Han'ın bir numaralı uçurtma avcısı olduğunu söylemiş miydim? Hatta belki de bütün Kabil'in?" Makaranın ucundan sarkan ipi, merkez kirişe tutturulmuş olan sicim halkasına bağladım. "Mahallenin çocuklarını kıskançlıktan çatlatırdı. Uçurtma kovalarken asla başını kaldırıp göğe bakmazdı; insanlar onun uçurtmanın gölgesini kovaladığını söylerdi. Ama onu benim kadar iyi tanımıyorlardı. Baban gölge filan kovalamıyordu. O yalnızca... biliyordu."
- dalma numarasını." Sohrab yanı başımda, burnundan hızlı hızlı soluyordu. Avuçlarının arasındaki makara dönüyordu, yaralı bileklerindeki kirişler rubab telleri gibi gerilmişti.Gözlerimi kırpıştırdım; makarayı tutan eller bir anlığına, tavşandudaklı bir oğlan çocuğunun kınk tırnaklı, nasırlı elleri oldu. Bir karganın çığlığını duydum, başımı kaldırıp baktım. Park öyle taze, öyle göz kamaştırıcı beyazlıktaki bir karla titreşiyordu ki, gözlerimi yaktı. Karlar, beyaza kesmiş ağaçiann dallanndan çıt çıkarmaksızın döküldü. Burnuma şalgam kurma kokusu geldi. Dut kurusu. Ekşi portakal. Talaş ve ceviz. Bastınlmış, boğuk sessizlik, kar sessizliği sağır ediciydi. Sonra uzaklarda, kı-pırosızlığın karşı ucunda bizi eve çağıran bir ses; sağ bacağını sürükleyen bir erkeğin sesi.
- uçurtmamızdan ayırmıyordum. Yeşil uçurtma durakladı. Konumunu ayarladı. Sonra saldırdı. "İşte geliyor!" dedim. En küçük bir hata yapn ulun. Kusursuzca yineledim. Bunca yıldan sonra. Şu bildik yüksel-dal taktiğini. Elimi biraz gevşettim, sonra ipe var gücümle asıldım, ani bir pikeyle yeşil uçurtmadan kurtuldum. Bir dizi hızlı çekeleyişin ardından uçurtmamız saat ibresinin aksi yönünde, yanm bir daire çizdi ve havaya fırladı. Roller bir anda değişmişti; şimdi tepede olan bendim. Yeşil uçurtma panik halinde çırpınıyor, kaçmaya çalışıyordu. Ama artık çok geçti. Onu Hasan'ın tuzağına düşürmüştüm bile. İpi sertçe çektim, uçurtmamız alıcı bir kuş gibi daldı avına. İpimizin öteki ipi biçişini neredeyse hissettim. Kopma sesini duyar gibi oldum. Sonra, yeşil uçurtma kontrolden çıktı, fırıl fini dönmeye başladı. Arkamızdan sevinç çığlıkları geldi. İnsanlar alkışlıyor, ıslık çalıyordu. Soluk soluğaydım. Böylesi bir coşkuyu son kez, 1975 kışında tatmıştım; o son uçurtmayı kestiğim ve damımızda durmuş el çırpan, yüzü ışıyan Baba'yı gördüğüm an.
- Aşağıya, Sohrab'a baktım. Dudağının bir kıyısı hafifçe kıv-rılmıştı. Bir tebessüm. Orantısız. Çarpık. Varla yok arası. Ama orada. Arkamızda hareketlenen, itişip kakışan çocuklar; ağaçların üstünde yalpalayan, başıboş uçurtmanın peşine çığlık çığlığa düşen bir grup uçurtma avcısı. Gözlerimi kırpıştırdım, tebessüm silindi. Ama oradaydı. Onu görmüştüm. "Uçurtmayı senin için yakalamamı ister misin?" Yutkunurken, âdemelması inip çıktı. Rüzgâr saçlarını karıştırdı. Başını evet anlamında salladığını gördüm. "Senin için bin tane olsa yakalarım," dediğimi duydum. Sonra döndüm, koşmaya başladım. Yalnızca bir gülümsemeydi, hepsi bu. Her şeyi düzeltmiş değildi. Hicbir şeyi düzeltmemişti. Belli belirsiz bir tebessüm. Minicik bir şey. Ormandaki bir yaprak; ansızın havalanan bir kuşun kıpırdattığı bir yaprak. Ama kollarımı ardına kadar açıp onu kucaklayacağım. Bağnma basacağım. Çünkü bahar gelince, karların tek tek, tane tane eridiğini biliyorum; belki de ilk kar tanesinin eriyişine tanık oldum. Koştum. Peşinde avaz çığlık bir çocuk sürüsü, deliler gibi koşan, yetişkin bir erkek. Ama umurumda bile değil. Yüzümü kamçılayan rüzgâra karşı, dudaklanmda Pençer Vadisi kadar geniş bir tebessüm, koştum. Koştum. SON
- Ve simdi bu kadin, bu anne, yurek burkan hevesi, carpik tebessumu ve gozlerinde gizleyemedigi umutlara, karsimdaydi. Yanlizca cinsiyetimi belirleyen genetik piyango sayesinde kazandigim guc, beni bile az cok urkuttu.