- 329 dan tepeden tırnağa arandım. Sonunda sıcaktan kurtulup içeriye girince, klima yüzüme bir bardak buzlu su gibi çarptı. Lobideki sekretere adımı söyledim, gülümsedi; ellili yaşlarda gösteren, zayıf yüzlü, sarışın bir kadındı. Bej bir bluzla siyah pantolon giymişti - haftalardır ilk kez, burka ya da şalvar-ka-mez giymemiş bir kadın görüyordum.
- Kendimi Javert'in karşısında oturan Jean Valjean gibi hissettim."Öykünüzü anlatın," diye yineledi.'' Bana döndü, başını salladı. Yüzünü okumaya çalıştım, başaramadım. O küçük elleriyle hiç poker oynamış mıydı acaba?
- Yine bana döndü. Dizlerini yukarı çekti. "Ya benden bıkarsan? Ya karın beni sevmezse?" Yataktan güçlükle indim, yanına gittim. Yatağına iliştim. "Senden asla bıkmayacağım, Sohrab. Hiçbir zaman. Söz veriyorum. Sen benim yeğenimsin, unuttun mu? Süreyya cana gelince, çok sevecen, çok tatlı bir kadındır. Güven bana, seni çok sevecek. Buna da söz veriyorum." Şansımı denemeye karar verdim. Uzandım, elini tuttum. Biraz kasıldı, ama elini çekmedi. "Bir başka yetimhaneye gitmek istemiy -rum," dedi. "Buna kesinlikle izin vermeyeceğim. Söz!" Elini iki elimin arasına aldım. "Benimle gel." Gözyaşları yastığı ıslatıyordu. Uzunca bir süre konuşmadı. Sonra, elimi sıktı. Başını salladı. Başıyla evet dedi. Bağlantı, dördüncü denemede sağlanabildi. Telefon üç 327
- "Ancak bu, Göçmenlik Bürosu'nun bu delikanlıya vize vermesini sağlamaz." "Ne demeye çalışıyorsunuz?" "Yardım etmek istiyorsanız, tanınmış bir yardım örgütüne bağışta bulunun. Bir sığınma kampında gönüllü çalışın. Ama şu aşamada, ABD vatandaşlannın Afgan çocukları evlat edinmesini elimizden geldiğince engellemeye çalışıyoruz; bir tür caydırma politikası güdüyoruz."
- Çocukların dehşetle baş etme yöntemi budur: uyuyakalmak.
- Bir hemşire, tuvaletin yakınında bir polisle konuşuyor. Hemşireyi dirseğinden 348 tutuyor, soruyorum; hangi tarafın batı olduğunu öğrenmeliyim. Anlamıyor, surat asınca yüzündeki kırışıklıklar derinleşiyor. Boğazım yanıyor, ter gözlerime batıyor; aldığım her nefes kızgın bir alev; galiba ağlıyorum. Bir daha soruyorum. Yalvarıyorum. Sonunda polis kıbleyi gösteriyor. Geçici seccademi yere serip diz çöküyorum, alnımı yere dayıyorum; gözyaşlarını çarşafı ıslatıyor. Yüzüm batıya dönük. Sonra, on beş yıldır namaz kılmadığımı anımsıyorum. Duaları çoktan unutmuşum. Ama önemli değil, ben de anımsadıklarımı okurum: La ilahe il Allah, Muhammed ü resul Allah. Allah'tan başka Tanrı yoktur, Muhammet de onun elçisidir. Artık Baba'nın yanıldığını görebiliyorum; bir Allah var, her zaman da vardı. O'nu burada, bu umutsuz, yılgın koridordaki insanların gözlerinde görebiliyorum. Burası Allah'ın gerçek evi; O'nu kaybedenler O'nu yine burada bulabilir - göz kamaştırıcı ışıklan, göğe yükselen minareleriyle o beyaz camide değil. Allah var, olmalı. Şimdi dua edecek, O'na yakaracağım; bunca yıldır O'nu ihmal ettiğim, yalan söylediğim, ihanet ettiğim, hiçbir cezaya uğramadan, özgürce günah işlediğim için... bir de O'na, bunca zaman görmezden gelip şimdi sıkışınca, sırf ihtiyaçtan başvurduğum için beni bağışlamasını isteyeceğim. Kitabın söylediği kadar merhametli, verici ve rahim olduğu için O'na yalvardığımı açıklayacağım. Başımı eğiyor, yeri öpüyor, söz veriyorum: Zekât vereceğim, namaz kılacağım, Ramazan'da oruç tutacağım, Ramazan bittikten sonra da orucu sürdüreceğim. Kutsal kitabındaki hiçbir sözü unutmayacak, çöldeki o boğucu kente, hacca gidecek, Kabe'nin karşısında diz çökeceğim. Bütün bunları eksiksiz yapacak, bugünden başlayarak her gün O'nu düşüneceğim. Yeter ki duamı kabul etsin, şu tek arzumu yerine getirsin: Hasan'ın kanı ellerime bulaştı; oğlunun kanının da bulaşmaması için Sana yalvarıyorum. 349 Birinin içli içli ağladığını duyuyorum; bu, benim. Dudaklarım, yanaklarımdan süzülen yaşlar yüzünden tuzlu. Koridordaki bütün gözler üzerimde, hissediyorum ama kıbleye doğru eğilmeyi sürdürüyorum. Dua ediyorum. Korktuğumun başıma gelmemesi, günahlarımın bedelini, bunu hiç hak etmeyenler aracılığıyla ödememek için Allah'a yalvarıyorum.
- "Eski hayatımı istiyorum," diye soludu. "Ah, Sohrab." "Baba'yı, anne canı istiyorum. Sasa'yı istiyorum. Rahim Han Efendi'yle bahçede oynamak istiyorum, yine evimizde yaşamak istiyorum." Kolunu gözlerinin üstünden geçirdi. "Eski hayatımı geri istiyorum." Ne diyeceğimi, nereye bakacağımı bilemedim, ellerime baktım. Senin eski hayatın, diye düşündüm, benim de eski hayatım. Seninle aynı bahpede oynadım, Sohrab. Aynı evde yaşadım. Ama otlar kurumuş, araba yolumuzda bir yabancının cipi duruyor, asfaltımıza yağ damlatıyor. Eski yaşamımız bitti, Sohrab; o yaşamdakiler ya öldü ya da ölmek üzere. Artık bir tek seninle ben varız. Yalnızca sen ve ben. "Sana onu veremem," dedim.
- "Biliyor musun, hayatım boyunca pişman olduğum pek çok şey yaptım," dedim. "Bunlardan en büyüğü de, sana verdiğim sözü tutamamakar. Ama bu bir daha asla yinelenmeyecek. Sözcüklerle anlatılamayacak kadar üzgünüm. Sendenbeni bağışlamanı istiyorum. Bunu yapabilir misin? Beni affedebilir misin? Bana inanabilir misin?" Sesimi alçalttım. "Benimle gelecek misin?" Yanıtını beklerken, zihnim uzun zaman öncesine, bir kış gününe gitti. Hasan'la yapraksız bir vişne ağacının altında, karın üzerinde oturuyorduk. O gün Hasan'la gaddarca oynamış, bana olan sadakatini kanıtlamak için pislik yer misin, diye sormuştum. Şimdi merceğin altındaki bendim; sözünün eri, güvenilir biri olduğunu kanıtlamak zorunda olan. Bunu hak etmiştim.
- Bir gün, galiba 1983 ya da 1984'te, Fremont'ta bir video dükkânındaydım. Kovboy filmleri bölümündeyken yanımda duran, plastik bir bardaktan çay :) içen bir adam, Muhteşem Teddy'yi gösterdi, filmi görüp görmediğimi sordu. "Evet, on üç kez," dedim. "Charles Bronson ölüyor; James Coburn'la Robert Vaughn da öyle." Öyle bir şaşkınlık, inanmazlıkla bana baktı ki, gören az önce içeceğine tükürdüğümü sanırdı. "Çok sağ ol, dostum," dedi, iğneleyici, öfkeli bir sesle; uzaklaşırken hâlâ kendi kendine söyleniyordu. İşte o zaman, Amerika'da bir filmin sonunu asla söylememen gerektiğini, karşındakinin buna fena halde bozulduğunu ve 'sonunu mahvettiğin' için seni özür dileyecek hale getirdiğini öğrendim. Afganistan'da, sonu bir filmin her şeyi demekti. Hasan'îa Zainab Sineması'nda bir Hint filminden çıktığımızda Ali, Rahim Han, Baba ya da Baba'nın bitmek bilmez arkadaşlan (eve girip çıkan kuzenler, akrabalar) bir tek şey sorardı: Kız filmin sonunda mutlu oldu mu? Esas oğlan hayallerine kavuştu mu? Yoksa sonu acı mı bitti? Tek bilmek istedikleri, sonunun mutlu gelip gelmediğiydi. Bugün biri bana Hasan, Sohrab ve benim öykümün mudu bitip bitmediğini sorsa, onu nasıl yanıtlayacağımı bilemem. Mutlu son diye bir şey var mı? Her şey bir yana, yaşam bir Hint filmi değil. Afganlann en sık yinelediği deyiştir: Zenâagi migzara. Hayat devam ediyor.
- Afganistan'da, sonu bir filmin her şeyi demekti. Hasan'îa Zainab Sineması'nda bir Hint filminden çıktığımızda Ali, Rahim Han, Baba ya da Baba'nın bitmek bilmez arkadaşlan (eve girip çıkan kuzenler, akrabalar) bir tek şey sorardı: Kız filmin sonunda mutlu oldu mu? Esas oğlan hayallerine kavuştu mu? Yoksa sonu acı mı bitti? Tek bilmek istedikleri, sonunun mutlu gelip gelmediğiydi. Bugün biri bana Hasan, Sohrab ve benim öykümün mudu bitip bitmediğini sorsa, onu nasıl yanıtlayacağımı bilemem. Mutlu son diye bir şey var mı? Her şey bir yana, yaşam bir Hint filmi değil. Afganlann en sık yinelediği deyiştir: Zenâagi migzara. Hayat devam ediyor.