- Bazı canlıları yara öldürmüyor, muhatapsız kalmak öldürüyor.
- "Babalar, alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır."
- Büyük ihtiyaçların küçüldüğü, küçük ihtiyaçların büyüdüğü döneme yaşlılık diyorlar.
- Yaşlılık, kısa mesafelerin haddizâtında ne kadar uzun olduğunu görme vakti.
- Velhasıl, acı biberdir el kapısı.
- ??Benim, kimi zaman gözünü budaktan sakınmayan zorlu bir cengâvere, kimi zaman kadınsı davranışlar sergileyen cariye yüzlü mahcup bir şehzadeye, kimi zaman da hedefini şaşırmış bir deli oka, kendi karanlığına eğilmiş bir nazlı dala, ya da loş saray köşelerinde küflenen sabır dağları arasında bin bir zahmetle yetiştirilmiş bir gonca güle benzeteceğim bu gencin adı da, hiç kuşkusuz Alaaddin olur.??
- ??Gecenin içinde uzun bacaklı bir gece parçası gibi akıp giden atının terkisinde, daha şimdiden sessizliğinde dağların ardındaki bozkırın derinliğini taşıyan, ay yüzlü bir kız vardır o sırada... Peşinde de, kılıçları, kalkanları, gürzleri ve erzaklarıyla, onun uğruna ölümü göze almış, bir bölük adam. Sürüp giden bu taht kavgasının sonunda kendilerinin belli makamlara getirileceğini uman köpek ruhlu bir yalaka sürüsüyle, Allah için vuruşacağını sanan saf yürekliler yani... Bir de belki bunların hiçbirini düşünmeyip de, yalnızca kendilerini sonu bilinmeyen bir serüvende var etmek isteyenler. Bütün bunların arasında bunlar gibi görünüp de, yaşama gücünü ikide bir Azrail'le karşılaşıp onunla şakalaşmakta bulan, ya da yaşamaya değer başka bir şey bulamadıkları için orada olan bazı tipler de var mıdır, bilinmez.??
- "... Çaresizlikle umutsuzluk arasında gerilmis, korku dolu, küçük küçük, uzak uzak, diken diken yüzler. Onlarca, yüzlerce, binlerce... Bazıları bosvermisligin ortasında unutulmuş, sarkık bir çorap gibi. Bazıları, derin bir kaygının şeklini almış, rengini almış ve donmuş. Bazıları boşluğa düşülmeden önce neler konuşuluyorduysa işte o konuşmaların tatsızlığına bulanmış, sonra düşmenin rüzgârıyla şöyle bir dalgalanmış ve tam un ufak olup dağilacakken, camlara yapışıp kalmış. Orada değil de, görüntülerle dolup taşan bir lunaparkta gibi bazıları da. Duruşlarında kocaman birer dönmedolap saklı sanki. Gözlerindeki donuk ışıltılara kadar yükseliyor kimi zaman bu dönmedolaplar, isiltilarin içinde bir an bol güneşli bir çocuk yüzü gibi görünüyor, ortaya masmavi, bir bakımlık gökyüzü bırakıyor, sonra da yavaş yavaş alçalıp gene kayboluyor. İnsanların çoğu yere inmiş, ofkeleri burunlarinda, geziniyorkar belki. Ellerinde sinir hapları, su şişeleri ,poşetler ve bayatlamaya yüz tutmuş günlük gazeteler. Herkes leblebi yer gibi sinir hapı atıyor ağzına, herkes gazetelerin birinci sayfasında pıhtılaşan kanlara gözucuyla bakıp bakıp susuyor ve herkes adımını ileriye doğru değil de, kendi içine doğru atıyor. Ola ki, kimileri de bir yandan başlarını çevirip çevirip arada bir düştükleri bosluktan kurtuluyormus gibi vınlayan araçlara bakarken, bir yandan da, şehrin patçalanmışlığını yansıtan bölük porcuk cümlelerle konuşuyorlar. Belki bir semtten gelenler, öteki semtlerden gelenlere geldikleri semti anlatıyorlar o sırada. Böylece, aslında hiçbir zaman hiçbir yere gidilmiyor da, yalnızca gidilmiş gibi olunuyor. Ancak kelimelerle gidiliyor ya da, kalınacaksa kelimelerle kalınıyor, kelimelerle yaşanıyor, kelimelerle gülünüyor, kelimelerle ağlanıyor ve sonunda gene kelimelerle kös kös geri dönülüyor ama, ben merdiven basamaklarını kendi ayaklarımla indim o gün, kapıya kendi ayaklarımla çıktım , şehri kendi gözlerimle gördüm, derken bir taksiye bindim ve tıpkı Alaaddin gibi doğruca o serserileri, ayyaşları ve üçkağıtçıları bulabileceğim yerlere gittim. "
- "... sokaktan gelip geçenler görmüyor bu kıpırtıları. Bu kıpırtılar şöyle dursun, kendi kıpırtılarını bile görmüyorlar hatta, kendi kıpırtılarını bile duymuyorlar, kendi kıpırtılarını bile tanımıyorlar ve kollarını birbirlerini plastik çiçeklere baka baka körelen ellerle okşayarak, ya da aynı sokakta oldukları halde birbirlerinden binlerce kilometre uzak durarak, yan yana, art arda , yürüyüp yürüyüp gidiyorlar. Geride, yorgunluk yüklü pis bir ter kokusu kalıyor. Alkole batmış, alkolle kabarıp şişmiş, pis ve sıkıntılı bir yer kokusu. Bir de kimi zaman , kalın tenli kelimelerden oluşmuş kırık dökük cümleler. Tıpkı, hem hayatın derinliklerine inip onu zapt etmeye, hem de ondan olabildiğince uzaklaşmaya çalışan bitkin solucanlar gibi yere dökülen, ağız kenarlarında asılı kalan, çene uçlarında ölü ve bakışların içinde kayboluveren cümleler..."
- "... ben, kendi dışımda kalan birçok şeyi bilmediğim gibi, ne yazık ki insanın aradığını hiçbir zaman, hiçbir yerde bulamayacağını da bilmiyormuşum. Bulamazmış oysa... Ona benzer bir takım şeylerle karşılaşabilirmiş belki, çoğu kez bunlardan bazılarını aradığı şeyin ta kendisi sanabilir, hatta onlara bir an için sımsıkı, hiç kopmamacasına sarılabilir ve işte böylece, insanın algılama zayıflığından doğan tatlı bir yalanın içinde bir süre de olsa oyuncağına kavuşmuş bir çocuk gibi avunabil(ir)miş ama, nedense aranan asıl şey hep insanın içinde kalırmış... Hem de , kimi zaman kılık değiştirip kendini başka bir şeymiş gibi kabul ettirerek, kimi zaman sesini soluğunu kesip kısacık bir dalgınlığa dönüşerek, kimi zaman da bir el hareketinin nedensizliğine, bir bakışın bulanıklığına, bir iç çekişin derinliğine ya da bir soluk alıp verişin alışılmışlığına gizlenerek kalırmış... Bu yüzden, olsa olsa bu arayışın sonunda ben, eğer tat alma kapılarımın hepsi ardına kadar açıksa, ancak arayış boyunca çekeceğim zevkli bir ıstırabın damaklarımda kalan tadını bulabilirmişim. Ama, olsunmuş; gene de bir an bile yılmadan, aramayı hep sürdürmeliymişim. Herkesin nicedir aramayı unuttu bir şeyi, farkına bile varmadan herkes adına arıyor olabilirmişim çünkü..."