- Bakın, yağmur yağarken köşk yerine bir kümes görsem, ıslanmamak için belki kümese girerim, ama beni yağmurdan korudu diye de şükran borcumu ödemek için kümese köşk gözüyle bakmam. Bana gülüyorsunuz, hatta kümesle köşk arasında bir ayrım olmadığını haykırıyorsunuz. Biz, eğer yalnızca ıslanmamak için yaşıyorsak, sizin dediğinize seve seve katılırım.
- Bu ne utanmazlık, bu ne alçaklık! diyeceksiniz. Yaşamaya susadığınız halde, dolambaçlı mantık yollarıyla yaşam sorunlarını tartışmaya kalkışıyorsunuz. Hem sırnaşık, küstahça davranışlarda bulunuyorsunuz, hem de korkudan ödünüz patlıyor. Saçmaladığınız zaman keyfinize diyecek yok, ama küstahlığa başladınız mı, hemen ürküyor, özür üstüne özür diliyorsunuz. Bir yandan bize korkmadığınızı söylüyor, öte yandan yaltaklanmaktan geri durmuyorsunuz. Bizi hıncınızdan dişlerinizi gıcırdattığınıza inandırmaya çalışırken güldürmek için nükteler savuruyorsunuz. Nüktelerinizin bayat olduğunu bilmiyor değilsiniz, ama taşıdıkları edebi değer dolayısıyla da pek sevinmiş görünüyorsunuz. Belki gerçekten acı çektiniz, fakat çektiğiniz acılara hiç mi hiç saygınız yok! Söyledikleriniz doğru olmakla birlikte efendilik eksik sizde, gururunuz yüzünden, ufacık bir şeyi sorun yapıp içinizdeki gerçeğin ipliğini pazara çıkarıyor, değerini beş paralık ediyorsunuz. Bir şeyler söylemek istediğiniz anlaşılıyor, fakat korkudan son sözleri geveleyip duruyorsunuz. Açık konuşacak kadar kararlı değilsiniz, ürkekçe bir küstahlık sizinki. Anlayışınızla övünüyorsunuz, bir yandan da ikircimlerle (tereddütlerle) dolusunuz; çünkü kafanız işlediği halde yüreğiniz kötülük batağına gömülmüş; oysa yüreği temiz olmayanın anlayışı da kıttır. Ya o küstahlığınız, sırnaşmanız, kırıtmalarınız! Yalan, yalan, hepsi yalan!
- Ahlaki, vicdani herhangi bir nedene dayanmaksızın, yalnızca kendim için öldürmek istedim. Bu konuda kendime bile yalan söylemek istemedim! Anneme yardım etmek için öldürmedim örneğin. Maddi olanaklara ve iktidara kavuşmak ve böylece insanlığa yardım etmek için de öldürmedim. Bütün bunlar palavra! Ben öylece öldürdüm; kendim için, yalnızca kendim için yaptım bunu! İnsanlığa iyilik eden biri olmak ya da bir örümcek gibi ağıma düşen kurbanlarımın özsularını emerek ömür sürmek, o anda benim için herhalde farklı şeyler değildi.
- İktidar, ancak eğilip onu almak cesaretini gösterenlere verilir. Bir tek şey söz konusuydu burada, cesaret!
- Fakat, bilir misin, bir babanın gözüne en çok kızının gönül verdiği erkek kötü görünür. Bu, her yerde böyledir. Ailelerin çoğunda o yüzden anlaşmazlıklar çıkar.
- İnsanoğlunun gözü mutluluğunu görmez de, hep üzüntüleri üzerinde durur. Oysa mutluluktan da yeterince payımızı aldığımızı görmek için bir an doğru düşünmek yeter. Bir ailede bütün işler yolunda giderse; kocan seni sever, gözünün bebeği gibi sakınır, senden bir an ayrı kalmak istemezse, işte ben mutluluk diye buna derim! Hatta karı-kocanın acılı zamanları yarı yarıyadır ve bu kadarı da iyidir, zaten acısız insan var mı ki! Bir gün evlenirsen kendin de anlarsın ya... Hele bir de evlendiğin adamı seversen, onunla geçireceğin ilk yılların tadına doyum olur mu? Hatta sevilen bir kocayla yapılan kavgalar bile tatlıya bağlanır. Bazı kadınlar vardır, kocalarını ne denli çok severlerse o denli çok kavga çıkarırlar. Ben böyle birini tanırdım, "Seni sevdiğim için eziyet ediyorum, sakın aklına başka bir şey gelmesin" derdi. Sevdiği için eşlerini bile bile üzenlerin bulunduğunu işittin mi? Böyleleri daha çok kadınlardan çıkar. Hem yapar, hem de içlerinden; "Sonradan onu öyle sevip okşayacağım ki, şimdi bu kadarcık eziyete katlanıversin!" diye geçirirler. Bu tür kadınlar evin sevinç kaynağıdırlar. Ne mutlu, huzurlu, namuslu bir yaşam!.. Bir de kıskanç kadınlar vardır. Böyle birini tanırdım. Kocası bir yere gidecek olsa, gece demez, gündüz demez peşine düşer; "Acaba nerede, kimin evinde, hangi kadınla?" diye onu gizli gizli izlerdi. İşte böylesi çok kötüdür. Üstelik kendisi de bilir bunun kötü olduğunu; üzüntüden içi içini yer, kahrolur. Ama ne yapsın zavallı, sevmiş bir kez! Hele kavgadan sonra barışmak -özür dilemek ya da bağışlamak- ne büyük zevktir! Sanki yeni tanışmış, yeni evlenmişler, birbirlerini yeniden sevmeye başlamışlar gibi, ikisi de büyük bir mutluluk duyarlar. Sevişen karı-kocanın arasında geçenleri kimseler bilmemelidir. Aralarındaki geçimsizliği öz annelerinden bile gizlemeli, onlardan hakemlik istememelidirler. En iyi hakem gene kendileridir. Aşk kutsal bir gizdir, ailede geçenler bütün yabancı gözlerden saklanmalıdır. Bu, onun kutsallığını bir kat daha artırır, mutluluğu çoğaltır. Böylece karı-kocalar birbirlerini daha çok sayarlar, saygıysa anlaşmanın temelidir. Sonra eşler birbirini severek evlenmişse, bu sevgi neden sönsün? Bunu sürdürmenin çıkar yolu yok mudur? Umarsız kalındığı durumlarla karşılaşılacağını sanmıyorum. Kocanın onurlu, iyi bir insan çıkması durumunda sevgi sönebilir mi? Doğallıkla evliliğin ilk yıllarındaki aşk geçecektir, ama bunun yerini daha sağlam bir sevgi alacaktır. Karı-koca zamanla daha iyi kaynaşırlar, işlerini danışarak yaparlar, birbirlerinden saklıları, gizlileri kalmaz. Sonra, çocukları olur, karşılaştıkları en büyük güçlükler bile onlara ayrı bir haz verir. Yeter ki sevgileri, kendilerine güvenleri azalmasın. Bu durumda çalışmak da, çocuklar için özveriye katlanmak da bir zevktir. Çünkü, çocuklar seni işte bu yüzden seveceklerdir; demek oluyor ki, ilerisi için sevgi biriktiriyorsun. Çocuklar büyüdükçe onlar için bir örnek, bir dayanak olduğunu hissedersin. Sen ölünce de senin düşüncelerini, duygularını taşıyacaklarını bilirsin. Çünkü seni örnek almış, sana benzemişlerdir. Öyleyse çocuk yapmak kutsal bir görevdir. Bu durumda anayla babaya kendi aralarında sımsıkı kaynaşmaktan başka ne düşer? Bir de çocuk yetiştirmenin güçlüğünden söz ederler. Böyle kutsal bir göreve dil uzatılır mı hiç!.. Liza, sen küçük çocukları sever misin? Ben bayılırım. Şöyle pembe minicik bir oğlunun olduğunu düşün; memene yapışmış, durmadan emiyor. Hangi baba oğlunu kucağına almış olan karısına kötü gözle bakabilir? Pembe, tombul bebek keyfinden kendini bir o yana, bir yana atar. İnsan onun ufacık, yumuk yumuk ellerine, ayaklarına, tertemiz minicik tırnaklarına baktıkça sevinçten bayılası gelir. Yumurcak her şeyi anlıyormuş gibi uzun uzun süzer insanı. Annesinin memesini emerken elleriyle sıkıştırır, türlü oyunlar yapar. Babası yanlarına gelince memeyi bırakıp kendini arkaya atarak babasına bakar; bir şey çok hoşuna gitmiş gibi gülmeye başlar; sonra gene memesine döner. Hele bir dişleri çıksın, emerken annesinin memesini ısırıverir; sonra da, "Gördün mü, nasıl ısırdım?" dercesine kıkır kıkır güler. Çocuk mutluluk kaynağıdır, çocuk yüzünden pek çok kırgınlık unutulur gider... İşte böyle, Liza, insan önce kendisi yaşamayı öğrenmeli ki, ondan sonra da başkalarını kınama hakkı olsun.
- İnsan ruhunu kasıp kavuran bir duygunun -küçük düşürülmenin- gene aynı ruhu yücelteceğini kim yadsıyabilir?
- Çünkü bizler, az ya da çok, yaşamak alışkanlığını yitirmiş, aksaya aksaya yürüyen insanlarız. Hem de gerçek "canlı yaşam"dan tiksinecek, onun lafını bile işitmek istemeyecek kadar yaşama yabancılaşmışız. Bu yabancılaşmayı; "canlı yaşam"ı bir iş, bir görev sayarak, onu kitaptan öğrenmeyi üstün tutacak dereceye vardırmışız.
Madem öyle, neden bazen içimiz içimize sığmaz, birtakım aptallıklar yapar, birtakım istekler besleriz? İşte bunun nedenini kendimiz de bilmeyiz. Saçma sapan isteklerimiz yerine getirilmiş olsa bundan zarar görecek olan yine biziz. Şöyle deneme olsun diye, içimizden birine daha çok özgürlük verin, ellerindeki bağı çözüp yaşama alanını genişletin, üstündeki vesayeti kaldırın; bakın, o zaman yeniden vesayet altına girmek için önce kendisi can atacaktır. - Biz bugün "canlılık" denen şeyin nerede bulunduğunu, neyin nesi olduğunu, hangi adla çağrıldığını bile bilmiyoruz. Elimizden kitaplarımızı alsalar, bir anda neye uğradığımızı şaşırırız. Artık hangi yolu seçeceğimizi, kime tutunup kimden kaçacağımızı, neyi sevip neden nefret edeceğimizi, neyi sayıp neyi hor göreceğimizi bilemeyiz.
Bize insan olmak, yani etiyle kemiğiyle insan olmak bile yük geliyor; bundan utanıyoruz, ayıp sayıyoruz. "Soyut insan" diyebileceğim garip yaratıklar olmaya can atıyoruz. Biz ölü doğmuş kişileriz, zaten çoktandır canlı olmayan babaların soyundan ürüyoruz ve bu durumu gittikçe daha çok beğeniyor, bundan zevk almaya başlıyoruz. Neredeyse bir kolayını bulup bizleri doğrudan doğruya düşüncelerin doğurmasını sağlayacağız. - Öfkeden ağzım köpürmüşken biri biraz gönlümü alsa ya da önüme bir bardak çay sürse hemen yelkenleri suya indirirdim. Bununla da kalmaz, ona karşı bir yakınlık duyardım; ama sonra kendime kızar, utancımdan birkaç ay uykularımdan olurdum. Yaradılışım böyleydi işte.