Bir insan, hayatı boyunca okumayacağı bir mektubu neden hayatı boyunca yanında taşır? Perdeleri örtülmüş, panjurları indirilmiş bu eski köşkün içinde, hiç dinmeyen rüzgârların, mevsimine, gününe göre değişen seslerini dinleyerek dolaşıp, bir yüzyılın içine dağılan geniş ailesinin bütün o savaşlara, ayaklanmalara, darbelere, cinayetlere, çileli aşklara karışan ölüleriyle konuşan Osman bu sorunun cevabını arıyordu. Menteşeleri paslanmış sandıklardan birinde bulup giydiği dedesine ait eski gecelik entarisiyle, yaşlı bir hasta gibi inleyen ahşap köşkün içinde odalardan odalara, salonlardan salonlara, hep aynı soruyu kendi kendine tekrarlayarak geziniyordu. Dışarıya hiç çıkmıyor, pencereden bakmıyor, çoktan durmuş oymalı duvar saatlerini kurmuyor, zamanı sadece rüzgârın sesinden tanıyordu; küçük çanlar gibi çaldığında bahardı, uğuldadığında kıştı, asabileştiğinde sonbahar gelmiş demekti, fısıltıya döndüğünde ise vakit yazdı. Bugünle neredeyse bütün ilişkisini kesmişti. Ailesinin sadık adamlarından biri haftada bir uğruyor, evin ve Osman?ın bütün ihtiyaçlarını karşılıyor, yiyecekleri yerleştiriyor sonra evin sahibine görünmeden gidiyordu. Uzun zamandan beri bu belirsiz loşluğun içinde yaşıyordu. Ölülerini bu köşkte bulmuş, onlarla konuşmaya başlamış, zamanın ve mekânın kaybolduğu başka bir hayata geçmişti. Ölüler ona anlatıyorlardı, bazen yalan söyleyerek, bazen çarpıtarak, bazen yanılarak, bazen tarihleri şaşırarak, bazen yürekten gelen itiraflarla sarsılarak, geçmiş bir hayatı yeniden burada yaratıyorlardı. Zamanın çatladığı bir çizgiden geçmişe akmış, o geçtikten sonra çatlak kapanmış ve Osman geçmişte kalmıştı. Bugünü yaşayanlar için sürekli geleceğe doğru, hep aynı yönde akan zaman, Osman?ın sihirli çatlağının arkasında her yöne doğru esniyor ama hiçbir yere doğru akmıyordu, bazen ileri, bazen geri gidiyordu. Esneyen, gevşek ve düzensiz bir zamanın içinde sislerle çevrelenmiş olarak yaşıyordu, ölülerini dinliyordu, onlarla konuşuyor, dedikodu yapıyor, meraklı sorularla sırları çözebilmek için uğraşıyordu. Aklına takılan her soru, ona hayatın en önemli sorusu olarak görünüyor, sorunun cevabını bulduğunda hayatın sırrını da çözeceğine inanarak o sorunun peşine takılıyordu. Ragıp Bey?in koynunda taşıdığı, hiç açmadığı mektupların aslında bir değil üç mektup olduğunu geçenlerde öğrenmişti. Dilara Hanım arka arkaya üç mektup yazmış, üçüne de cevap alamamıştı. O mektuplar Ragıp Bey?in ceketinin iç cebinde eriyip sarararak, cephelerden cephelere, şehirlerden şehirlere dolaşıyordu. Hayatında hiçbir eşyaya değer vermeyen, mala mülke aldırmayan Ragıp Bey için sahip olduğu en değerli şey bu üç mektuptu. Bir mektubu değerli kılan nedir, diye soruyordu Osman kendi kendine. ?İçindekiler? diyemiyordu, çünkü o mektupları aldığı andan itibaren göğüs cebinde taşıyan Ragıp Bey bir kez bile açmamıştı zarfları, içlerinde ne yazdığını bilmiyordu. ?Mektubu yazan? dese, Ragıp Bey mektupları yazan kadınla bir daha karşılaşmak bile istemediğini söylüyordu. Ragıp Bey mektupları açmamıştı, mektupları yazan Dilara Hanım?ı bir daha görmek istemiyordu ama Balkan Savaşı sırasında Çatalca tabyalarının biraz ötesindeki köy evi Bulgar topçusunun ateşiyle isabet alıp yanmaya başladığında zor bela canını dışarı atmış, sonra göğüs cebinde mektupların durduğu ceketinin içerde kaldığını fark edince, kendini tutmaya çalışan çavuşu silkeleyip yere yıkarak alevlerin arasına dalmış, ceketiyle mektupları kurtarmıştı. Ölümle hayat arasındaki incecik çizginin üstünde iki tarafa da değmeden, zamanın kırılgan dalgalarıyla gezinen bulanık zihni, ölülerinden o savaşı çok dinlemiş, savaşın sahnelerini bomboş salonların geniş duvarlarında defalarca görmüş, defalarca seyretmişti. O tuhaf yağmurun yağdığı gün Ragıp Bey?in siperlerin üstünde nasıl durduğunu ise hiç unutmuyordu. Huzursuz bir karmaşayla kaynaşıp duran bulutlar, fosforlu eflatunların, turuncuların, morların, yeşillerin ürkütücü ve uğursuz parıltılarıyla yırtılmış, yağmur yeryüzüne, binlerce ölünün ve onların içine gömüldüğü çamur yığınlarının rengini an be an değiştirerek yağmaya başlamıştı. Damlalardan güçlü bir ışık yayılıyordu. Siperler, siperlerin önündeki çamur topakları, top arabaları,arabaların yanında duran mermi kovanları, yüzleri çamurda kaybolmuş ölülerin ıslak saçları, yeni bir saldırı bekleyen askerlerin bıyıkları, ellerindeki tüfekler, yağmurun sürekli değişen rengine bürünüyor, bazen eflatun, bazen mor, bazen mavi, bazen sarı oluyordu. Siperlerle, yağmur sularının biriktiği çukurlarla, at ölüleriyle, kırılmış tekerleklerle, tek tük ağaçlarla, saman damlı bir iki boş kulübeyle göz alabildiğine uzanan geniş ve çıplak ova, gökyüzünün renkleri değiştikçe o renklerle birlikte yumuşak bir örtü gibi dalgalanıyor, uzaktan bakan birine bütün ovanın anlaşılmaz ve ürpertici bir ahenkle kımıldadığı hissini veriyordu. Boz kaputlarının içinde kıvrılmış, kamburlaşmış, duydukları son acıyla bacaklarını karnına çekmiş asker cesetleri, renk değişimleriyle bu harekete katılıyorlar, ovayla birlikte kımıldıyorlardı. Neferler, gökyüzünü dehşetle seyrediyorlar, hiç görmedikleri renk uğultularının saldırısından korunmak ister gibi siperlerin içine saklanmaya uğraşıyorlardı, gökyüzünü yırtarak fışkıran ışıkların bir işaret olduğuna inanıyorlar ama bunun bir uğursuzluğun işareti olmasından korkuyorlardı. Ayakta, tek başına siperlerin üstünde durup gökyüzünü ve ovayı seyreden Ragıp Bey, kendisine çarpan her renkle sanki biraz daha irileşiyor ve uzuyordu, bütün ovada ayakta duran tek insan oydu ve kalpağı, saçları, bıyıkları, üniformasıyla bulutlardan yansıyan alevli renklere boyandığında, yanmakta olan bir meşaleyi andırıyordu. Her an bir mermiyle vurulması ya da bir şarapnelle parçalanması muhtemeldi ama kalpağından süzülen yağmur sularının çizgilerinden aktığı yüzündeki sükunet, onun bir savaş meydanında olduğunu unuttuğunu düşündürüyordu. Daha sonraları, Osman?a, ?aslında ölümü de hayatı da unutmuştum o zamanlar? demişti. Sevdiği kadının şiddetli bir iştiyakla beklediği mutlak aşkı ona verememesi, Dilara Hanım?ın sevgisinde bir eksiklik olduğuna inanması, hep arzuladığı, hep tuhaf bir mahcubiyetle özlediği, hep hayalini kurduğu ve bir gün mutlaka kavuşacağına inandığı saadet duygusunu ondan koparmış, insanlara da hayata da güvenini kaybetmişti. İstikbalin ona vaadettiği hiçbir şey yoktu artık, Osman?a ?hayat ve insanlar biraz eksik her zaman? demişti, ?ne o eksikliği tamamlayacak bir kudretim, ne de hayata ve insanlara, onları o eksiklikleriyle kabul etmeye razı olacak bir düşkünlüğüm vardı.? Dilara Hanım ?meselesinden? sonra Ragıp Bey?in hayatını belirleyen kelime ?eksiklik? olmuştu, her şeyi sanki bu sözcükle açıklıyor, bu sözcükle anlıyordu. Osman bile o bulanmış zihniyle, bu sözcüğün, hayatın anlamını çözmeye değil, aksine bu saldırgan ruhlu adamın hayatın üstüne kapattığı kalın kapıyı kilitlemeye yarayan bir anahtar olduğunu kavramıştı. Önceleri, ömrü ölümün kıyısında geçen bir askerin, ölümdeki sonsuz mutlaklığı hayatta da aradığını sanmıştı. O kesinliğin, o karanlık bütünlüğün hayatta da olmasını istediğini düşün- müştü. Sonra sonra, konuştukça, bu sözcüğün bir çaresizliğin, bir çözümsüzlüğün, derdini anlatamamanın ifadesi olduğunu fark etmişti. Ragıp Bey, sevdiği kadından aynı derecede kuvvetli bir sevgi görmediğine kanaat getirmiş,bütün olanları, doğruluğunu kimsenin bilemediği bu kanaatin ışığında değerlendirmiş ve hayatı da, insanları da eksik bulmaya başlamıştı. Bir daha asla saadeti bulamayacağına olan inanç sanki onu bütün dünyadan ve insanlardan ayıran bir kedere dönüşmüştü, hem eksik bir hayatı sürdürmeye razı olan insanları küçümsüyor, hem de onlar kadar rahatça bu eksikliği bir kader gibi göremediğinden onlara imreniyordu. Zaten o günlerde bütün duyguları birbirlerine düşman gibi içinde vuruşup duruyorlardı, ruhu seyrettiğine benzer bir savaş alanına benzemişti. Dilara Hanım?ın gönderdiği mektupları nereye giderse gitsin, ne yaparsa yapsın daima cebinde taşıyor ama onları bir kez bile okumuyordu, ne onlardan ayrılabiliyor ne onlara bakabiliyordu. Ölmüş bir kadını seven biri gibiydi ama sevdiği kadın yaşıyordu. Gitse, kapısını çalsa, kendisini içeri alacağını biliyordu, istediği zaman sevdiği kadına ulaşabilirdi ama ulaşacağı kadın onun sevdiği ve istediği kadın olmayacaktı. O, hayalinde yarattığı, kendi duyguları ve düşünceleriyle benzersiz kıldığı, yücelttiği, bütün insanlardan ayırıp dokunulmaz bir yere koyduğu Dilara Hanım?ı istiyordu, zaaflarıyla diğerlerine benzeyen biri, hayallerini ve umutlarını doldurmaya yetmeyecekti. Dilara Hanım?a her baktığında, onun yüzünde hep bir eksikliğin işaretini görecek, gördüğüne de tahammül edemeyecekti; arzu ettiği gibi sevilmemeyi hayatın tabii bir parçası kabul etmek bütün hayatını, istikbalini ve varlığını da sakatlayacak, onu güçsüzleştirecekti. Bütün sevgisine rağmen, Dilara Hanım?ı noksan sevgisiyle kabullenmenin hayatındaki son saadet ihtimalini de yok edeceğini hissediyordu, her ne kadar hayattan vazgeçmiş gibi yaşasa da içinde bir yerde mutlak bir sevgiyi, mutlak bir saadeti bir gün bulacağına dair bir umut vardı ve onu kaybetmemek için neredeyse insiyaki bir direnişle uğraşıyordu. Bir hayalinin, gerçekleşmesini beklediği bir umudunun olmasınıistiyordu, mutluluğa benzer bir şey için elindeki son mutluluk umudunu sevdiği kadına bile vermeye razı olmuyordu. Sevdiği kadınla arasında, aşamayacağı, ortadan kaldıramayacağı bir engel olduğunu biliyordu artık. Kendi hayalinde yarattığı kadını öylesine güçlü bir aşkla seviyordu ki o hayalin kaynağı olan kadın, artık o hayalin yanında zavallı ve sönük kalıyordu. İnsanın hayalindeki kadını kaybetmesinin gerçek bir kadını kaybetmesinden daha acı olduğunu öğreniyordu o günlerde Ragıp Bey; sevilecek bir başka kadın bulunabilirdi ama bir kadından bir hayal yaratmak her zaman kolay olmuyordu. Dünyanın en iyi mermerini bulduktan sonra kötü bir heykel yapmış bir heykeltraş gibiydi, heykeli beğenmiyordu ama mermeri de kaybetmişti. Sevdiği mermer sevmediği heykelin içinde saklıydı ve o heykeli her düşündüğünde, kaybettiği ve bir daha asla ulaşamayacağı mermeri hatırlıyor, Dilara Hanım?ın kendisi için mutlak ve kusursuz bir kadın olduğu, o muhteşem hayali yarattığı zamanlar için acı çekiyordu. Geçmişe hapsolmuştu. Bulutlar yavaş yavaş yeniden gökyüzünün hakimiyetini ele geçirmeye başlamışlardı ama bulutların arasından kainatın derinlerinde patlamış bir volkandan fışkırmışa benzeyen fosforlu renkler birbirlerine karışarak parıldamayı sürdürüyorlar, kendilerini örtmeye çalışan bulutların kenarlarınıyaldızlandırıyorlardı; keskinleşen ekim rüzgârıyla hızlanan yağmur yerden gökyüzüne fışkırıyormuş gibi yağıyordu, ovanın çevresi kararmış, ortası ise bir orman yangını gibi aydınlanmıştı.
Diğer Ahmet Altan Sözleri ve Alıntıları
- Yalnızım.
Kendimi yalnız hissediyorum ki, bu yalnızlıktan da kötü. - İstediğiniz, sizden başka türlü yaratılmış olanların zaaflarını bulmak, kanatlarının arasına yerleştirilmiş kamburları saymak, sonra da sanki kanatları yokmuş gibi onların yalnızca kamburlarını söylemek: "Bak işte kamburları var."
- Bazı yazarları özler insan, onların anlattıklarını, anlatma biçimlerini, kullandıkları dili, yalnızca onlara ait olan sözcük evliliklerini, onların yarattığı ve okurken bir parçası haline geldiğiniz dünyayı, o dünyanın kokularını, seslerini, renklerini özler.
- Ve bir insanın birini hem sevip hem de ona düşmanlık duyması kadar taşınması zor bir duygu ikiliği, inanın az bulunur.
- Hakiki aşk kılıç yarası gibidir, yara kapansa da izi kalır...
- En korkunç gerçekler söylemeye değmeyecek kadar basit olan, bildik gerçeklerdir.
- Kitapların da kendi mucizesi vardı. Yazanla okuyan arasında çok kuvvetli bir bağ oluşturabiliyordu...
- ... Onun her yıl derslerine, ''Tarih bir yalandır, beyler'' diye başlaması ünlüydü.
''Tarihi iktidar sahipleri yazar ve bir katil gibi gerçeğin bütün ipuçlarını saklamaya uğraşırlar. Tarihçiler ise cinayeti aydınlatıp, gerçeği ortaya çıkarmakla yükümlüdürler. - Onlar her şeyleriyle vaatkâr ve çekicidir; bakışlarıyla, kokularıyla, duruşlarıyla, "Sev beni" derler, "sev beni, kimse benim gibi sevişemez, benim gibi öpüşemez kimse, kimin dudaklarında böyle karadut tadı var, kim bu kadar güzel kokuyor; ay ışığında çırılçıplak dolaşırım, yağmurlarda gülerim; dokun saçlarıma, hiç bu kadar parlağını gördün mü, seni öyle çok severim ki kimse benim gibi sevemez."
Kleopatra'dır onlar, Mara Hari'd,r, Messelina'dır, Hürrem Sultan'dır.
Muse'ler gibi her yolcuyu şarkılarıyla sarhoş eder, yolundan döndürürler; her gemi onların sesini dinleyebilmek için felaketlere uğramaya razı olur.
Her yerdedirler, her yanda; başınızı çevirdiğinizde bir ışık bulutunun içinden çıkıverirler.
Onlar göründüğü andan itibaren bütün duygular, bilinen ne kadar duygu varsa hepsi, saklandıkları köşelerden kuytulardan çıkarak size doğru çılgın bir koşu tutturur; hepsini tadarsınız, en yakıcı olanları, en baharatlıları, en lezzetlileri.
Ve onlar gözyaşı demektir.
Acı çektirir ve acı çekerler... - Geleceği merak ettiğim anları düşünüyorum da şimdi, hep yalnızdım o anlarda, gelecekle yalnızlık arasında bir bağ var gibi geliyor bana, insan yalnızken geleceği düşünüyor ve geleceği düşünmek insanı yalnızlaştırıyor.